ADI MUSA İDİ… YAZGISI KARALI
Kimimiz dünyaya gelirken şanslı, kimimiz şansız doğarız. Üstleneceğimiz rol belirlenmiştir. Yaşam boyu çaba gösteririz, çabalarımızın bazıları olumlu, bazıları da olumsuz meyve vermiştir.Çok çalışsak ta başarılı olamamıştırız .Kendimizi bir yana bırakıp, ailemiz-çocuklarımız için daha iyisini istemiştiriz. Başarılı olmak- kazanmak, yükselmek yolunda neler yapmışsınızdır, ne cefalara karşı direnmişsinizdir ama bir türlü istediğiniz gerçekleşmemiştir.
Çoğu zaman daha küçük umutları bile gerçekleştirmek istersiniz, yine o zaman da “Kör olasıca yoksulluk” izin vermez size… Hikâye edeceğimiz kişi yoksulluğu, ana-babasızlığı kendisi mi istemiştir… Hastalıklar, doktorsuzluk ve en acısı da yoksulluk! Bunların bir araya gelmesiyle beraber annesiz-babasız yetim-öksüz kalan çocuklar. Daha küçük yaşlarda oyun oynama-okula gitme haklarından mahrum kalan çocuklar. Bu sebep ve sonuçları çoğaltmak mümkün. Musa Dayı da saydığımız aşamaları birebir yaşamış biridir. Anne-baba hayata erkenden veda etmiş, kendisi de yakınlarının desteğiyle belirli bir yaşa kadar devam ettirmiştir yaşamını… Sonrasında tek başına koşuya devam, çobanlıktır ilk uğraşı…Hayatında hiç gülmemiştir O !… Neye gülecek ki, yoksulluğuna mı, alın yazısının çektirdiklerine mi?
İşte Musa Dayı’nın ol hikayesi aşağıdaki gibidir; eksiği vardır muhakkak anlattığımızın….Fakat yanlışı yoktur bilesiniz.
Köy yeri… Köylük yer… Lakapsız kimseyi bulmak mümkün değil.İsterseniz gidin “Musa’yı soruyorum” diye bir yoklayın.Hemen “Hangi Musa?” derler size..
Bizim köyde bir Musa Dayı vardı, “Topal Musa” derlerdi köylüler. Yüzyüze gelindiğinde “Musa” arkasından da “Topal Mısa” ya da “Musoğ dayı” derlerdi ona. Musa Dayı yetim büyümüştü. Çocukluğunda köyün danalarını otlatırken ayağın yılan kemiği batmış bu nedenle de topal kalmıştı. Onun sağ ayağı bez parçaları ile sarılmıştı. Elinde devamlı bir kalın değnek bulunurdu. Karda yağmurlu günlerde yerdeki izden “Topal Musa buradan geçmiş, izi belli” diye de hemen bilirlerdi.
Musa Dayı’nın yaşamı süresince bir gün güldüğünü gören olmamıştır, o hep çile çekmiş, yetim büyümüş, perişanlık içinde yaşamıştır. Ayağına batan yılan kemiği tedavi edilmeyince topal kalmış, böylece de Topal Musa namını almıştır.
Onun altmışlı yaşlara kadar kerpiç bir evi bile olmamıştı. Köylünün yardımıyla orta mahallede üç göz bir ev yaptı kendisine. Devletin 1969’da gerçekleştirdiği topraksız köylüyü topraklandırma reformu çerçevesinde ona da bir parça tarla verdiler. Karısı Sultan, kızı Güler ve oğulları Kazım ile Habip mutlu olacaklarını, tarlalarından ürün kaldıracaklarının düşünü kuruyorlardı. Artık Kazım, büyümüştü. Eli iş tutuyordu. Elazığ’ın Keban’a bağlı Saraycık Köyü’nde traktör şoförlüğü yapmaya başlamıştı. Güler’i de Almanya’ya gelin göndermişlerdi.
Olmadı, mutluluğu yakalayamadılar. Bir gün Kazım’ın ölüm haberi geldi. Traktörün altında kalmıştı. Topal Musa, Sultan Bacı ağıtlar yaktılar, hayata küstüler… Ardından ise Almanya’dan Güler geri dönüş yaptı, bir çocuğunu yaban ellerde bırakarak… Eşi, üzerine Alman kuma getirmişti, kabullenemedi Güler…
Köyde geçim zordu, onlar da bir çoğunun yaptığından hareketle Güler ile Habip’i İstanbul’a gurbete yolladılar. Musa Dayı köyün sığırını yaymaya başladı yine…Hele Düşek Düzünde danaları otlatırken dertli mi dertli, yanık mı yanık türküler okur, sesi köye kadar ulaşırdı…Günler böyle geçerken Güler kız da yaşamdan koptu. Ardından Sultan Bacı’da göç eyledi köyün mezarlığına… Neylesin Musa, sevdikleri birer birer koparılmıştı, hayatından…Artık ağlayamıyordu…Göz pınarları çoktan kurumuştu. …
Aradan birkaç yıl geçmişti ki Musa Dayı’nın oğlu Habip’in askerlik çağı geldi çattı. O yılki sevkıyatta Habip Bektaşoğlu Hakkı Dayı’nın Tamer ile birlikte gitti askere. Musa Dayı Habip’in ilk mektubunu aldığında okutacak birilerini aradı hemen. Buldu da; Zeynel’in oğlu Hüseyin’e :
—Şunu hele bir okuyasın Hüseynim, diyerek zarfı uzattı. Mektup şöyle başlıyordu:
“Çok sevgili babama, önce üzerime farz olan selamlarımı gönderir, ellerinden hasretle öperim. Ben asker ocağında iyi ve rahatım. Beni sakın merak etmeyesin…”
Satırlar okundukça Musa Dayı gözlerinden aşağı süzülen yaşları elinin tersiyle silmeye uğraşıyordu. Birden elini ceketinin cebine attı, tütün kesesini çıkardı. İnce kağıdın arasına koyduğu tütünü sardı, ağız kenarına yerleştirdi, yaktı. Sigarasından derin bir nefes çekti. “Offf” diyerek nefesini boşalttı. “Ah ulan kader ah…” diyerek bir nefes, bir nefes daha çekti sigarasından:
—Kağıt getirem de hemen bir mektup yaz. Asker ocağında mektupsuz kalmasın, dedi.
—Tamam Musa Dayı yazarım. Önce sen ağlamayacağına söz ver bir. Ben mektubun cevabını şimdi yazacağım, diye karşılık verdi Hüseyin.
xxx
Günler günleri, aylar ayları kovalıyordu. Sayılı gün değil mi? Geçti ama zor geçti Musa Dayı için… Damın gözünde bir başına kalmıştı. Habip askere gitti gideli…Köyün delikanlıları kışın yanına uğrar, sobasını yakar, bazen de yemek yaparlardı. Tarladan gelen gelir ne kadar yetecekti ki, borç harç yapıyor, asker harçlığı yolluyordu.
Habip nihayet tezkeresini aldı, köye döndü. Musa Dayı’nın yalnızlığı sona ermişti. Bu uzun sürmedi, Habip İstanbul’a gurbete gitti. Köye geri döndüğünde evlendi, Habip. Geçim derdi bu ya….Bir gün üç beş parça eşyalarını da denk edip Ankara’ya göç eylediler.
Ankara’nın Küçükesat semtinde bir apartmanın kapıcılığını yapmaya başlamışlardı. Musa Dayı’nın kent yaşamına alışması epey uzun sürdü. Aslına bakarsanız alışmış gibi yaptı. O hep köyünü özledi. Aradan yıllar geçti…Oğlu Habip Ticaret Odası’nda işe girdi. O buna çok sevinmedi. Onun yüzü hiç gülmüyordu, “Memleketimi… Köyümü öksedim.” diyordu, Habip’e :
-Köyüme götür beni….hep rüyama giriyor, cümlesi ağzından düşmezdi. Bir Ankara sabahında bu sözlerle uyanamadı Musa Dayı. Yaşamdan koptu, ölmüştü. Köyüne hasret bir garip ölmüştü…Koca kentin mezarlığına götürdüler onu…