Bir insan ömrünü neye vermeli
…
Yüreğim ürperir kapı çalınsa
Esleyen yelimden hile sezerler
Künyeler kazınır demir sandıkta
Savrulup gidiyor ömür dediğin
Henüz 10 yaşlarındayım. Babamın tayini İğdir'den Malatya merkez Hidayet İlkokuluna çıkmıştı. Artık burada öğretmenlik yapacaktı. Evimiz Sancaktar mahallesi, Altuncu sokaktaydı. Köyden şehre gelince sosyal ilişkilerde değişiyordu tabii. Her gün yeni bir köylümüzü. Yeni bir akrabamızı tanıyorduk. Akrabalarımız ve köylülerimiz ile ilişkilerimiz gün be gün yükselerek büyüyordu. Şaşkın ve mutluydum. Burası Köy gibi değildi. Köyde ki sosyal ilişkiler, görüşmeler genelde gün içinde dışarıda bağda, bahçede veya tarlada rastgele olabiliyordu. Çünkü köy insanı hep çalışıyordu, zamanının büyük kısmı da çalışarak geçtiği için ev ziyaretlerine, misafirliklere özel zamanı kalmıyordu. Zira akşama kadar herkes bir şekilde bir aradaydı. Şehir öyle değildi. Misafirliklere her zaman özel zamanlar ayrılırdı. Bizim evimiz de de artık haftanın birkaç günü illa ki misafirlerimiz olurdu. Evin misafir odasında çaylar içilir, yenilir içilir koyu sohbetler edilirdi. Köy konuşulur, Hastaneye gelmiş, Çocuğunu köyden yatılı okul sınavlarına getirmiş, şehre iş için gelmiş olan köylülerimizde sıkça misafirimiz olurlardı.Şehir çok kozmopolitti. Annem Malatya’nın yerlisiydi ve sokağımızda akrabalarımız çok olmasına rağmen Mahallemiz ağırlıkla Palulu ailelerden oluşuyordu. Bu nedenle homojen kültüre sahip yaşam alanlarımızdan kopmuş ve farklı bir şehir kültürün içine girmiştik. Ailece bazı konularla ilk defa karşılaşıyorduk. Bu misafirliklerde şehirli akrabalarımız ile bizden önce şehirli olmuş köylülerimizin uyarı ve yol göstericilikleri ilerleyen yeni yaşamın güzergâhlarını öğreniyor kendimizi koruyacak şekilde entegre oluyorduk. O yıllar da sorunlar ve entegre derken şöyle mesela; Ben daha 10 yaşımda bir çocuk iken nasıl olduysa artık, sokakta oynadığımız benim gibi daha çocuk arkadaşlarım tarafından bir gün bir oyun esnasında sıkıştırıldım. Sokak lideri rolünde ki bir arkadaşım bana aniden “Kelime-i Şahadet” getir dedi. Esasında beni çok severlerdi. Ben de sadece “Bismillah” dediğimi hatırlıyorum. Ve o esnada arkadaşlarım hepsi birbirlerinin yüzüne bakıp mutlu bir şekilde gelip bana sarılmışlardı. Ancak kültürel anlamında farklı ve ayrı olduğum konusunu çocuk arkadaşlarım o gün bana hissettirmiş ve öğretmişlerdi. Ne olduğumu daha da hiç unutmadım. İşin özü: geldiğimiz sokakta demek ki ailece çok dikkat çekmişiz. Gelenimiz gidenimiz çoktu. Ve bu konu evlerde çocukların da yanında konuşulmuş olmalı ki olay çocuklara kadar inmişti. Daha sonra bu damgamız üzerimiz de, 2 sokak ileriye, Tekelci sokağa taşındık.
Hüseyin Yıldırım amcamı ve ailesini de ben işte bu sıralar tanıdım. Babam ile birbirlerine halaoğlu diye hitap ediyorlardı. Esasında onlar teyze çocuklarıydılar. Hüseyin amcamlar, Fuzuli caddesinin sonunda, Kernek parkı yanında ki Müze binasının arka sokağında; bahçeli, tek katlı müstakil bir evde oturuyorlardı. Hatırladığım kadarıyla bahçe de o kadar çok ağaç vardı ki dalları evi kapatmıştı. Hüseyin amcamları biz ailece çok severdik. Anne tarafında ki kalabalık akrabalarımız dışında; baba tarafından Malatya’da tek akrabamız Hüseyin amcamlardı. Onlarda doğal ve çok insani yüce bir saflık vardı. Bu doğal saflığın Arguvan insanına ve toplumumuza has bir özellik olduğunu ileriki yaşlarımda daha iyi anladım. Şeffaf, her konuyu konuşabilen, doğalıkla candan ilişkiler kurmayı becerebilen, arka planı olmayan, düşmanlık beslemeyen, yoldaşını yormayan, saf, özgüveni yüksek, temiz ve tabiri yerindeyse karıncayı incitmeyen güzel insanlardı onlar.
Hüseyin amcamlar la ailece bir araya geldiğimizde çoluk-çocuk ayırdı olmadan ortam çok güzel olurdu. Hüseyin Amcamın oğlu Akif, Abim Mükremin’le yaşıt, Hürriyet, sanıyorum benimle, Ersin, Rahmetli Kız kardeşim Şenay’la ve Hüseyin amcamın kızı Mefaret ailenin küçüğüydü sanırım. Benim kardeşim Meral ise bizlerden çok küçüktü. Biz Hüseyin amcamlara ilk gittiğimizde benim dikkatimi duvar halısının üzerinde asılı duran saz çekmişti. Hüseyin amcam daha sonra sazı indirip, çalıp söylemişti. Saz o zamanlar tek tipti; yani kısa sap uzun sap gibi çeşitleri yoktu sanıyorum. Saz uzun saptı. Sazın mızrabı (tezenesi) ise şimdiki gibi plastik değildi ağaç kabuğuydu. O zamanlarda tezene kiraz ağacının kabuğu inceltilerek yapılıyormuş. Bizim aileye değişik gelen ve mutlu olduğumuz bu saz sohbeti sonunda Hüseyin amcamın saz hakkında açıklamalar yaptığını hatırlıyorum. Bu kiraz kabuğu tezene bilgim de zaten o sohbetten, Hüseyin amcamdan kalmadır. (Bu konu da bir not düşeyim. Şöyle, Benim çocukluğumda, şimdiki gibi evlerde saz-bağlama bulunması, herkesin de bir şekilde bağlama çalıyor olması durumu çok yaygın değildi. Zira bu durum 1980 yıllarda yaygınlaşmıştı. Hatta bizim Köyde sazı ilk defa bir düğünde, Kazım Tatar'da görmüş ve dinlemiştim. Kazım hocamlar da zaten köyde değil Malatya’da oturuyorlardı)
İleri ki zamanlar da Hüseyin amcamın kardeşleri, Nevzat abim, Elif, Ketayın, Meryem Teyzeler ve İstanbul’da yaşayan Ahmet amca ile de tanıştık ve de kaynaştık. Akrabalarımız, babamın halası çocuklarının hepsi; yukarıda da belirttiğim gibi Arguvan insanına has doğal ilişkiler kurmayı becerebilen, arka planı olmayan, yoldaşını yormayan, özgüveni yüksek, temiz ve güzel insanlardı.
Malatya’da 1974-75 yılları hissedilir bir siyasi ayrışmaların artık belirginleştiği, insanların safını seçtiği yılların başlangıcıydı. Kutuplaşma konusunda Malatya hassas bir yerdi. Ve en büyük ayrışma konusu Alevilik ve Sünnilik eksenli dini bir konuydu. O dönem babam, dedem ve ortakları Hacı amcayla birlikte Malatya Hükümet binasının arkasında ki park-çay bahçesini (Şimdi ki adı sanıyorum Vilayet Çay Bahçesi) işletiyorlardı. CHP il binası da parkın karşısında,TÖB-DER binası, Fuzuli caddesi üzerindeydi. Bizim park genellikle kalabalık olurdu. Ve genelde öğretmenler, öğrenciler ve CHP liler gelirdi. 1975 yılında TÖB-DER in dahil olduğu pahalılığı protesto mitingi olmuştu. Bende kışla caddesinde, Gazi İlkokulu önün de mitingi ve olayları izlemiştim. Miting dağıtılmıştı. Bizim evde misafirlerimizle bu miting ve dağıtılması hakkında konuşulurken şöyle denilmiş olduğunu hatırlıyorum; “2 üniversite öğrencisi bu mitingde olsaydı o miting dağılmazdı” Oysa ki bizim köylü birkaç üniversite öğrencisini de o mitingde görmüştüm.
Olaylar yavaş yavaş yükselmeye başlamış, ev misafirliklerindeki sohbetlerin konusu da politikaya dönmüştü. Esasında misafirlik ortamlarına bir de ürkeklik havası çökmeye, huzurlar, bozulmaya başlamıştı. Baskil'li İlköğretim müfettişi Turgut Duman, TÖB-DER üyesi aydın birisiydi. (Oğlu Enver Ticaret Lisesinden sınıf arkadaşım olacaktı.) Fuzuli caddesinde ki TÖB-DER binası 2 katlı bir pasajın 2. Katında uzun balkonu olan bir yerdi. Ve TÖB-DER lokalinde sanıyorum alkol içilebiliyordu. Ev içi sohbetlerde siyasi gerginliklerin yükseliyor olması nedeniyle Turgut hocanın bu balkonda bira içtiği konusu bile eleştiriliyor, Bu gibi hususlara neden dikkat edilmiyor, dikkat edilmesi gerekiyor şeklinde Sohbetler uzayıp gidiyordu. Ve bu sohbetler aile içinde bizimde bulunduğumuz ortamlarında oluyor bizde duyuyorduk. Duyduklarım nedeniyle ve çocuk aklımla bir şeylerin iyi gitmediğini anlıyordum. Durumlar ve yaşam ortamlarımız güvenli olmayan kritik bir yere doğru sürükleniyordu sanki. Ve Ben orta 2 sınıfta okurken Malatya’da kitlesel olaylar oldu. Alevilere ve solculara yönelik saldırılar oldu işyerleri yağmalandı ve yakıldı. Bu olaydan sonra TÖB-DER yöneticileri tutuklanmıştı. Tutuklular içinde hala oğlu Nevzat Abi de vardı. Yine Atatürk Ortaokulundan Türkçe Öğretmenimiz Kemal Kırlangıç ile birlikte bir grup öğretmen. Sonrasında Atatürk lisesinde Felsefe öğretmeniHala oğlu Nevzat Yıldırım için can güvenliği sorunu ortaya çıkmıştı. Okul müdürü sonradan milletvekili de olan Mustafa Şentürk'tü.Atatürk Lisesinde öğrenci Kazım Göktaş okulun 4.kattan atılmış ve öldürülmüştü.
Bu olaydan sonra şehir ve okul iyice politize olmuş ve olaylar münferit şekilde çoğalmıştı. Hala oğlu Nevzat Yıldırım politik yönü yüksek, aydın ve özgüvenli birisiydi. Ve o ortamda hızla hedef haline gelmişti. Bu kritik ortamda Hala oğlu Nevzat Yıldırım Okula gidip gelirken zaman zaman sözlü ve fiziki olarak saldırıya uğruyor ve can güvenliği sorunu yaşıyordu. Akrabalarımız artık ailece özel bir tedirginlik içindeydiler.Hüseyin amcam kardeşini korumak, can güvenliğini sağlamak için seferber olmuştu. Hüseyin amcam, o zamanlar Hekimhan garajında bulunan Cezmi Kartay Polis Karakolunda görevli, Gürün’ün Güldede Köylü, arkadaşı polis Hüseyin’den yardım istiyor. O da olay anında hemen orada olmanın mümkün olmayacağını belirterek Hüseyin amcama bir polis düdüğü bir de taktik veriyor. Taktik şu: Saldırı olursa sen önce düdük öttür ve “polis dağılın” diye bağır diyor. “Taşkınlık eden olursa al buraya getir” diyor. Kimse senin polis olmadığını anlamaz diyor. Hüseyin amcam çaresiz kardeşi Nevzat’ı koruma amacıyla her gün Atatürk Lisesi çevresinde dolaşıp, uzaktan kardeşini takip ederek okula gidip gelmesine nezaret ediyor. Elinde bir düdük ile saldırı anında düdük çalarak POLİS DAĞILIN şeklinde olaya müdahale ediyor. Tabii sürdürülebilir bir durum olmadığından can güvenliğini koruyacak anlamda sürekliliği olmayan çaresiz olan bu yöntem devam etmiyor.
Yıldırım ailesinin hayatı altüst olmuştu artık. Ayın, haftanın birkaç günü akşamları bir araya gelen hala çocukları konuşarak çaresizliklerini kritik ediyorlardı. Çözümü zor bir durumdu. Nevzat Yıldırım daha sonra öğretmen okuluna tayin olmuştu. Güvenlik tedbiri olarak okula arkadaşları ile taksi ile gidip geliyorlardı. Bindikleri takside birkaç defa kurşunlanmıştı. Karıncayı incitmekten ürken bu insanların hayatları aşırı şekilde tehlikedeydi.
Bu gergin yaşam devam ederken 1977 yılında Hüseyin amcam, oğlu Akif ile birlikte çarşıdan eve dönerken Fuzuli caddesi üzerinde bulunan Hora apt. önünde saldırıya uğrayıp linç edilmeye çalışıldılar. Saldırıya uğrama nedenleri ise, elindeki Cumhuriyet gazetesi, (Hüseyin amcamlar bu gergin ortama rağmen elinde ki gazeteyi gizleme gereği duymazlar, öz güvenle hareket ederlerdi). Alevi olduğunun bilinmesi, vs. vs. Bu olaydan sonra oturdukları semtin de artık güvenilir olmadığı, kardeşi Nevzat yanında kendisin ve ailesinin de can güvenliği sorununun olduğu ortaya çıkmıştı. Bu olay üzerine Karayüklü Öğretmen Ali Kılıç (Dr.Hasan Basri Kılıç, Sultan Kılıç’ın babası) Hüseyin amcamları ısrarla ve acil bir şekilde kendi evinin alt katına taşımıştı. Burası Eski Malatya Virajı denilen yerden yukarı doğru çıkan caddenin ortası bir yerdi. O zamanlar burası Gül Sokak diye bilinen, ağırlıklı Arguvan ’lıların ve Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bir mahalleydi. Hüseyin amcam, evini en azından daha güvenli bir yere taşımış oldu. (Bu arada bizde taşınmıştık. Artık Fırat Mahallesine 30 Ağustos İlk Okulu karşısında oturuyorduk. Bizim Mahalle’de de başta Arguvan, Hekimhan’lılar olmak üzere köylülerimiz de yoğundu.)
Hala oğlu Nevzat ise kaos ortamında yaşamaya devam ediyorlardı. 1978 yılında evlenmişti. Hala Öğretmen Okulunda öğretmenliğine devam ediyordu. Siyasi ortam çok gergindi.Her gün birkaç ölüm ve yaralanma olayını duyuyor, şahit oluyorduk. Gerekmedikçe evden dışarı çıkmıyorduk. Artık misafirlikler de eskisi gibi çok sık yapılmıyordu. Misafirlikler azalmış ve sosyal ilişkilerimiz de biçim değiştirmişti.Herkes bir şekilde kendini güvene almaya çaba sarf ediyordu.
Malatya devlet hastanesi oturduğumuz evin tam arkasıydı, evimize çok yakındı.Ambulans sesi, polis sireni sesi ev içinde bile anında duyuluyordu. Evden çıkınca 50 metre falan uzaklık. Yine karşımızda 30 ağustos ilkokulu vardı.
1979 yılı Haziran ayındaydık. Sanıyorum üniversite sınavlarına gireceğimiz haftaydı. Evde otururken birden yoğun bir şekilde Ambulans ve Polis sireni sesi geliyordu. Hemen hastanenin önüne koştum. Ambulanstan yaralıyı indirmişlerdi. Bir hemşire Nevzat hoca diye birine bir şeyler anlatıyordu. Hemen içeri girdim. İçeri girdiğimde gömleğini yukarı sıyırmışlardı. Sol memesinin hemen altından bir delik açılmıştı. Ama kan yoktu. Şakındım. Gözleri açıktı. Zaten açık tenli birisiydi ancak bembeyaz olmuştu. Beni hemen dışarı çıkarttılar. Akrabasıyım diyemedim. Dışarı çıktığımda Hüseyin amcamın kardeşi Elif Teyzemin eşi acilden içeri daha yeni giriyordu. O da öldüğünü orada öğrendi. (Hala oğlu Nevzat’ın vurulma anında, çarşıda, o da tesadüfen oradaymış) Enişte çarşıdan hastaneye kadar koşa koşa gelmişti ve kan ter içindeydi. Babam okuldaydı, Babama koştum. Müdür yardımcısı Ahmet İhsan Bayhan beni gördü ilk ona söyledim. Hemen hastaneye koştu “Kan ihtiyacı olabilir dedi”. Sanıyorum 30-40 dakika sonra Hüseyin amcam geldi. O’ na yaralandı demişler. 2.kata çıkarmışlar. Tabii gerçeği orada anladı. GARDAAŞŞ GARDAŞŞ diye hastanenin 2. katını inletmişti. Hüseyin amcamda kardeşine karşı ‘yavrusunu korumaya çalışan bir ananın şefkat ve koruyuculuk duygusu vardı’. Ama koruyamamıştı. Ateş onları da yakmıştı artık.
Daha sonra Morgda toplanıldı. O dönemin siyasi gruplarından Halkın Yolu’ndan (Sancaktar Mahallemizden komsumuz olan) Selahattin Özdemir, Devrimci Yol Grubundan Kürt Memet birer konuşma yaptılar. Ve biz büyük bir kalabalıkla ve akrabalarımızla beraber Eymir’e doğru çaresizliğimiz ve cenazemizle birlikte yola çıktık.
Hüseyin amcam, umutları yüksek, enerjisi yüksek, konuşması adeta bir suyun akışı gibi canlı ve yürekli birisiydi.
Hüseyin Amcam’ı, anlamlı bir günde, Ülkemiz için Umutların yeşertildiği Hıdırellez ve aynı zamanda Ülkemizde umutların budandığı bir gün olan 6 Mayıs 2023 günü kaybettik.
Anılarda yaşasın. Yıldızlar yoldaşı olsun.
Murat GÜRBÜZ
14/05/2023