ARGUVAN HABER

MALATYA’DAN ÇIKIP YOLLARA DÜŞEN ERMENİLER…(1)

MALATYA

Dört yaşındayken anası Zaruhi’nin ölümüyle öksüz kalan Garabet Orunöz, yedi yaşındayken İstanbul’a yollanır. Malatya’da Ermeni okulu kalmamıştır.

 Dört yaşındayken anası Zaruhi’nin ölümüyle öksüz kalan Garabet Orunöz, yedi yaşındayken İstanbul’a yollanır. Malatya’da Ermeni okulu kalmamıştır.

İstanbul Gedikpaşa Ermeni Protestan Okuluna yerleştirilir önce. Oradan Tuzla’daki Kamp Armen’e yerleştirilir. Çocuk elleri, çocuk yürekleri; inşaatında çalışır, bahçesini cennete çevirir Kamp Armen’in.

Garabet, Hrant Dink’in ona hitabıyla “Yontulmamış Malatyalı” yaşamın her anında yontulur zaten. Hrant’la dostluğu, hep ölene kadar denir ya, onunki Hrant’ın bedenen ölümünden sonra da duygusal ve düşünsel olarak sürmektedir.

Şimdi elli bir yaşında olan Garabet, son iki yıl içerisinde Malatya’ya, anasının hiç bilmediği mezarını; hiç görmediği bir fotoğrafını aramak üzere geldi.

29 Haziran’da bir grup Malatyalı Ermeni, dört günlük bir ziyaret için Malatya’ya geliyor. Ata topraklarında dostlarıyla hasret gidermeyi amaçlayan Malatyalı Ermeniler, oldukça heyecanlılar. Malatyalılar da Malatyalı Ermeniler kadar heyecanlı, sevinçli mi acaba bu ziyaretten?

Çocukluğunun geçtiği İsmetiye Sokak’taki komşuları Fırıncı Memet dayı ve Sabahat bibinin, Garabet’e sarılıp ağlayışları hâlâ gözlerimin önünde.

Garabet, hiç görmediği teyzesine 49 yıl sonra sarıldığında, yaşlı teyzesi, birikmiş acısıyla Garabet’in kucağına yığıldığında…

Neredeyse yarım yüzyıl sonra dayısına sarıldığında, yıllarca damıttığı acılarının yanağından süzülüşünde…

Kendisi 4 yaşındayken kaybettiği anasının mezarını 45 yıl sonra bulduğunda, mezarı, bir bebeği okşarcasına okşadığında ben, fotoğraflarını çekiyordum.

O acıları onurla taşıdığını fotoğraflayan bendim. Tanığım, Garabet’in özlemine, acılarına, düşsel güzellikteki buruk buluşmalarına.

O yüz yıllık hüznü, acıyı, onuru, kırılmışlığı, Anadolu sevdasını, hasreti yaşadığında Garabet... İliklerimde hissettim onun yaşadıklarını. Yaşadıklarına saygı duydum. Bu ülkede yaşamayı en çok onun hak ettiğine inandım, tanık oldum.


 Garabet Orunöz’ü dinliyoruz

Doğru olmamakla beraber, devletin vermiş olduğu belgeye dayanarak, 1 Nisan 1960 doğumluyum. Kendimi hatırladığım tarih olan 1964, aynı zamanda anamın ölüm yılı. Dönemin ince hastalık dediği hastalıktan öldü anam. Babam, 3 aylık bir kız bebek, dört yaşındaki ben Garabet, 7 yaşında bir ablayla beraber aynı evde yaşama tutunmaya çalışmış biriyim. Yedi yaşına kadar, Malatya’nın Salköprü Mahallesi, İsmetiye sokağında ailemle yaşadım. Anadan sonra ne kadar yaşanırsa işte…

Sonra mı? Komşumuz Sara Makasçı, benim bir Ermeni okulunda okumam için babamı ikna etti. İstanbul’daki Gedikpaşa Ermeni Protestan yatılı okuluna yollandım. Malatya’da Ermeni okulu kalmamıştı. Bir zamanlar varmış Ermeni okulları, hem de çok.

Tuzla Kamp Armen’de kalarak ortaokulu bitirdim. Daha sonra 1975-77 yıllarında yurtdışında okudum. Geri dönüp İstanbul Kapalı Çarşı’da, önce 2 ay derici, sonra 2 ay kuyumcu tezgâhtarlığı ve son kararımı vererek, kuyumcu el sanatı öğrenmek için çalışmaya başladım.

 Malatya’daki Garabet’ten başlayalım

 Malatya merkez Çavuşoğlu, Salköprü Mahallesi, İsmetiye Sokak, No: 27’de doğmuşum. Babamın ikinci eşinden olma ortanca çocuğuyum. Benden 3 yaş büyük bir ablam, üç yaş da ufak bir kız kardeşim var. Babamın ilk eşinden olma da, iki ağabeyim ve iki de ablam var.

Diğer kardeşlerin hepsi, dünyanın dört tarafına dağılmış olsalar da hayattadırlar. Kimi Fransa’da, kimi Almanya’da, Hatay’da olanı da var, Malatya’da olan da. Hepsi evlidir, kimi Ermeni ile kimi Müslüman ile. Ne fark eder etnik kökeninin kiminle evli olduğu, demeyin. Anadolu’da birçok söz gibi “her kuş, cinsiyle uçar ” sözünü, boşa dememişler.

  Aile içerisinde 1915 olayları ile ilgili anılar anlatılır mıydı? O günleri yaşayanlardan, Türkiye’de Ermeni olmanın nasıl bir şey olduğunu ya da ‘tehcir’i dinlediniz mi hiç?

Ailem ile bir arada olma şansım, sadece yedi yaşına kadardı. Bu yaşa kadar da 1915 olayları ile bir şey sorma şansım olmadı. Tehcirden önce, babamla olan bir anımı anlatmak isterim. Her çocuğun gözündeki kahramanı babası olduğu gibi, benim de kahramanım, babamdı. İlkokulu okumak için Malatya’dan İstanbul’a yollandıktan üç yıl sonra, bir daha babamı görme şansım oldu.

 1970 yılının yazında, Tuzla Kamp Armen’in müdürü Hrant Güzelyan tarafından, Malatya’ya babamın yanına yollandım. Baba ocağında ilk gece, heyecandan olsa gerek, sabahı zor ettim. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte babam, yüzünü yıkamak için çeşmeye gitmeye hazırlanırken, ben de kalktım. Babam peşkirini (havlu) omzuna attı, kapıdan çıkarken başladı “Hayr- Mer” diye, Ermenice dua etmeye. Ben İstanbul’a okumaya gelmeden önce de, her sabah bu duayı söylerdi. Ben anlamıyormuşum. İlk sabah, babamdan daha gür bir sesle duayı söylemeye başladım. Babam sustu, çeşmede elini yüzünü yıkadı. Ben duayı bitirdim, yüzümü yıkadım, eve döndük. Dizlerinin üstüne çöken babam hıçkıra hıçkıra ağladı. O zaman ne olduğunu anlayamamıştım. Sonra bir ara, “Sara, Sara (Sara beni İstanbul’daki yetimhaneye yollayan kadın) Allah, ömrümden ala sana vere. Çağamı (çocuğumu) kurtardın.” dediğini duydum.

Babamdan soykırım ya da tehcir hakkında bir şey duymadım. Yalnız, bundan iki yıl önce, ana tarafımı aradım ve dayılarım ve teyzemle tanıştım. Dayımdan, anneannemin sırtında, tehcirden kalma iki hançer yarası olduğunu öğrendim. Zaten o olaydan sonra da, din değiştirip İslam olmuşlar. Böylece hayatta kalabilmişler.

Dayımla iki yıl sadece telefonda konuştum, seni görmeye geleyim mi, dediğimde ise: “Oğlum, bizler kendimize yeni bir dünya kurduk, gelme.” dedi. Ben de 15 Ağustos 2009’ da haber vermeden gittim. Dayımın karşısına dikildim. Dayı, ben geldim dediğimde, hıçkırarak ağladı dayım.

 Dayıma, anamı sordum. Dayım, oğlum ananı nasıl olsa anlatırım, esas benim yaşarken içime dert olanı bir anlatayım, dedi. Tehcir sonrası İslamiyet’i seçmiş olmalarına ve adlarını değiştirip de camiye gitmelerine rağmen, nasıl dışlandıklarını anlattı.

 Şiro çayında boğulan bir dayım olduğundan bahsetti. Bu dayımın cenaze namazını köyün camisinde kılıyorlar. Köyün mezarlığına defnetmeye götürürlerken eli sopalı birtakım köylüler yollarını kesip: “ Bu ‘kefere’yi bizim mezarlığımıza gömemezsiniz.” diyorlar. Dayımın cenazesinin köy mezarlığına gömülmesini engelliyorlar. Dedem, köylülerin ne demek istediklerini çok iyi anladığından, yolu değiştirip, Müslüman mezarlığının bulunduğu yerin, tam karşı tepesine götürüp dayımı oraya defnediyor.

 Bu olaydan tedirgin olan bir kimi “dönme” Müslümanlar, daha sonra köyü terk etmişler. Dedem, dayılarım ve teyzem kalırlar. Bir süre sonra bir dönme Müslüman daha rahmetli olur. Camide cenaze namazı kılınır. Aile, yolları çevrilir endişesiyle, Müslüman mezarlığına yönelmez. Doğru, dayımın yanına götürürler. Kısa zamanda bu olay alışkanlık haline gelir ve dönme Müslümanlar, cenazelerini dönmelerin mezarlığı diye oluşturulan bu mezarlığa gömmeye başlarlar. 

Yaklaşık on beş mezar oluştuktan sonra ise; bir gün muhtar ilçeye kaymakama gider ve olayı anlatır, çözüm ister. Kaymakam çözümü (!) bulur. İşte yıkıldığım an. Bu haber üzerine devlet karayollarından bir dozer gelir. On beşi aşkın mezarı darmadağın eder. Buradan yol geçecek, der. Bir kemik dahi almalarına müsaade etmeden, bir yol uzantısı süsü verirler. Öylece bırakıp giderler. 40 senedir o sözde yol, aynı şekilde yarım duruyor.

Bu olaydan sonra camideki ilk cumaya, tüm köy halkı hoparlörle davet edilir. Verilen vaaz sonrasında köyde, namaz kılmayan kimsenin olmadığını söyler hoca efendi. Dolayısıyla namaz kılan herkesi aynı yere gömmek gerektiğinden dem vurur.

O gün bu gündür de, köyde tek mezarlık oluşmuştur. Yaşayan dayım da komşuları için namaz kıldığını söyler. Hoca, iş için şehre gittiğinde de yeğenim gönüllü olarak namaz kıldırır; ama lakabı da “Gâvur İmam”dır. Mezarı olmayan biri için tehcirmiş, büyük felaketmiş, soykırımmış, adı önemli mi?

Anamın mezarının olmayışı, vicdanımı rahatsız ediyordu. Ben kırk beş sene sonra anamın mezarını buldum. O günkü kadar rahat uyuduğum bir günü de hatırlamıyorum. Uykusunda rahat edemeyenler, mezarı kayıp olan, mezarı olmayan bir yakınınız, akrabanız, hatta komşunuz bile varsa, onun kayıp mezarını bulmaya yardımcı olun. Aha, burası onun mezarıdır, deyip dua okuyacakları bir taş dikin. Siz de rahat edin.

Çocukluğunuzun geçtiği yerde Ermeni olmanın ağırlığını yaşadınız mı?

Çocukluğumun geçtiği yer Tuzla Kamp Armen’di ki Tuzla’daki arkadaşlarımın ağız alışkanlığından, Ermeni eşittir, gâvur lafından hiç rahatsızlık duymadım. Yalnız, ayrımcılık ve rahatsızlık kelimelerini yaşayarak hissettim. Mesela; bugün de beni bir arkadaşına tanıştıran arkadaşım, benim Ermeni olduğumu söylemez. Bu ‘gâvur’dur der. Şaka olduğunu bilmeme rağmen, alınırım. Alınganlığımı da belli ederim. Belli etmemin sebebi, bir daha yapmasın diyedir; ama bilinçaltına öyle bir yerleşmiş ki tekrarlanır her seferinde. Bu, ötekileştirmenin bir çeşidinden duyduğum rahatsızlığım.

Ayrımcılığa uğramaz olur muyum? Dokuz yaşımdan beri pilot olmak istiyordum. Ortaokulu bitirdiğimde, pilot olmak için Hava Harp Okuluna başvurdum. Tüm belgelerim tam olmasına rağmen, kayıt görevlisi, herkesin adını tükenmez kalemle yazarken, benim dosyamı alıp önce bir yüzüme baktı, sonra da kurşun kalemle adımı yazmaya kalktı. Ben de isyanıma yenik düştüm. Kayıt yapan askerin elinden kurşun kalemi alıp benim de adımı tükenmez ile yaz. Sileceksen de sonra karalarsın, dedim. Az sonra bir rütbeli subay geldi yanıma Beni ikna etti. Bir daha hiçbir devlet memurluğuna başvurmamam gerektiğini, kibar bir dille bildirdi. Kamp Armen’e yollanmamı emretti. Ben de uyguladım. Ne olursa olsun, ‘sadık vatandaş’ım. Ne geçmişte atalarım isyan etti ne de günümüzde yaşayanlar olarak bizlerin isyan etme gibi bir niyetleri oldu. Olmaz da. Kuzu gibi yetiştirildik, koyun gibi güdülürüz. 

 (Yazı dizisi sürecek.)

 Sultan KILIÇ

 

 


Yorum yapabilmek için lütfen sitemizden üye girişi yapınız!

Yorumlar (1)

engin hışır 9 Yıl Önce

ne kötü hikayeler ve ne büyük acılar. çokk üzüldüm bidaha hiç yaşanmasın böyle kötü olaylar

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.