AKP Anayasayı Neden Seçimden Sonraya Bırakıyor?
Bülent SERİM Eski Anayasa Mahkemesi Genel Sekreteri
Bu sorunun yanıtını verebilmek için AKP’nin “anayasa değişikliği”nde ya da “yeni bir anayasa”da hangi düzenlemeleri yapmak istediğine bakmak gerekmektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, AKP’nin rejimle sorunu “laiklik” ilkesinde odaklaşmaktadır. AKP, Atatürkçü düşüncedeki laiklik anlayışını ve anayasadaki laiklik tanımını kabul etmemekte; kendi dünya görüşünü egemen kılabilmek için bu anlayış ve tanımı değiştirmek istemektedir. Anayasada yer verilen laiklik ilkesine göre din duyguları, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamaz; devletin sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik düzeni din kurallarına dayandırılamaz; din duyguları ve dince kutsal sayılan değerler siyasal ya da kişisel çıkar sağlamak amacıyla kötüye kullanılamaz. Ayrıca anayasada devlet, bu laiklik anlayışı ve tanımının korunması için gerekli önlemleri almakla görevli kılınmıştır.
Cumhuriyetin daha “İslami” bir yapıya kavuşturulabilmesi için, bu laiklik anlayışı ve tanımının değiştirilmesi ve laikliğin “din ve vicdan özgürlüğü” düzeyine indirgenmesi gerekmektedir. Bunun için de anayasanın başlangıç bölümündeki ilgili kural ile 24. maddesinin değiştirilmesi zorunludur.
İkinci olarak AKP hükümeti, son günlerde yakından izlenildiği gibi, yüzde 58 “evet”in verdiği cesaret ve güçle “Kürt açılımı” sürecini hızlandırmış, bir yandan devlet kurumları eliyle İmralı’yla görüşürken, bir yandan da BDP ile masaya oturmuştur. Bu açılım kapsamında İmralı ve BDP’nin istekleri netleşmiştir: Kürt kimliğinin anayasaya girmesi, anadilde eğitim ve bölgesel özerklik, yani Meclis, bayrak ve güvenlik gücüne sahip olmaktır.
Bu isteklerin tümü, anayasanın 2. maddesinin gönderme yaptığı başlangıç bölümü ile 3. maddesine aykırıdır. Ayrıntılarını ayrı bir yazı konusu yapmak üzere şu kadarını belirtmek gerekir ki, bu bölüm ve maddede yer verilen kurallara göre Türkiye Devleti, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütündür; dili Türkçedir; bayrağı, beyaz ay-yıldızlı al bayraktır; başkenti Ankara’dır. Bu kurallar, üniter ve ulus devlet niteliğini ortaya koymaktadır. Ve 3. madde değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez niteliktedir. Üniter devlet yapısının ayrıntıları anayasanın 123-127. maddelerinde düzenlenmiş, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esasına dayanan “idare”nin, kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan, ABD’nin BOP kapsamında yeniden oluşturduğu ülke sınırlarına bakıldığında, Güneydoğu Anadolu’nun, sözde Kürdistan sınırları içinde bırakıldığı görülecektir. BOP Eşbaşkanlığı’nca, gerek doğrudan görüşmelerde, gerek Dışişleri bakanlıkları arasında imzalanan sözleşmede, Ermeni, Kıbrıs, Ege, Irak açılımları yanında Kürt açılımı için kimi sözler verildiği, taahhütlerde bulunulduğu anlaşılmaktadır.
Siyasal iktidar, gerek seçimlerde bu bölge halkının oylarını alabilmek, gerek verdiği sözü yerine getirebilmek için, İmralı ve BDP isteklerinden en azından bir kısmını yaşama geçirmek istemektedir. Bunun için üniter ve ulus devlet sisteminden vazgeçilmesi ve bunun anayasaya yansıtılması gerekmektedir.
Üçüncü olarak, Sayın Başbakan, geçmişte yaptığı konuşmalarda, “başkanlık” sistemine geçileceğini açıklamıştır. Bugün fiilen “Başbakanlık” sistemi olarak uygulanan siyasal yapı, Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olma projesi kapsamında “başkanlık” sistemine dönüştürülmek istenmektedir. Bunun için anayasa değişikliğine gereksinim vardır. Ancak rejimin sağlığı yönünden, bırakınız başkanlık sistemine geçmeyi, Cumhurbaşkanı’nın yeniden TBMM’ce seçilmesine olanak sağlayacak değişikliğin yapılması gerekir.
Dördüncü olarak, her ne kadar, Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı, haklı olarak, bunca ulusal ve uluslararası yüksek mahkeme kararı varken, artık türbanın anayasa değişikliği ya da yasal düzenlemeyle serbest bırakılamayacağını söylese de, siyasal iktidar, Anayasa Mahkemesi’nin üye yapısının değişmesinden aldığı güçle, bu konuyu da yeniden anayasaya taşıyacak gibi gözükmektedir. Çünkü türbanın yalnız yükseköğretimde değil, aynı zamanda tüm öğretim kurumlarında ve kamu kurum ve kuruluşlarında da serbest bırakılması hedeflenmektedir.
Son olarak AKP, bundan önceki değişikliklerde TBMM’ye kabul ettiremediği siyasal parti kapatılmasını olanaksız kılacak değişiklikleri yeniden anayasaya koymaya çalışacak; yargı bağımsızlığını sağlayacak yargı reformunu yapmamakta direnecektir.
İşte tüm bu nedenler, özellikle üniter devlet ve laik Cumhuriyet yapısını bozacak değişikliklerin halkın çoğunluğunun tepkisini çekeceğini düşünen siyasal iktidar, bu durumun oy kaybına neden olacağını hesaplayarak, anayasanın hemen değiştirilmesini istememektedir.
Anayasayı seçimden sonraya bırakan iktidarın türbanı hemen çözelim yaklaşımı da “oy kaygısını” açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü türbanın serbest bırakılmasının, iktidara oy artışı olarak döneceği bilinmektedir.
Ayrıca büyük bir anayasa değişikliğinin hemen yapılması durumunda, siyasal iktidar, toplumun çok kısa süre önce salt yargıyı ele geçirmek için neden değişikliğe gidildiğini, neden toplumun aylarca bu konuyla meşgul edildiğini ve bu yoksul halkın 150 milyon lirasının neden harcandığını anlatmakta güçlük çekecektir.
Son olarak siyasal iktidar, seçimlerden yeterli milletvekili sayısıyla çıkarsa, anayasayı yine “çatışmacı” yöntemle ve dayatma ile değiştirmeyi planlamaktadır. Sayın Başbakan’ın, “gerekirse yine halka gideriz” söylemi bunun sinyalini vermiştir. Cumhurbaşkanı’nın TBMM’de seçiminde, Cumhurbaşkanı’nın halka seçtirilmesine ilişkin anayasa değişikliğinde ve yargının ele geçirilmesine ilişkin son değişiklikte uzlaşma kültüründen ne kadar uzak olduğunu kanıtlayan siyasal iktidar, seçimlerden önce yapacağı propaganda ile de halkın kendisine anayasayı tek başına değiştirme yetkisini verdiğini söyleyerek, uzlaşmaya gerek de görmeyecektir.
Üstelik bu kez, laik Cumhuriyet karşıtı düzenlemelerle bölünmeye neden olacak düzenlemeler ayrı ayrı halkoyuna sunulacak; birincilerin kabulü, ikincilerin reddi sağlanarak bir taşla iki kuş vurulacaktır. Çünkü böylece, bir yandan Cumhuriyetin daha İslami bir yapıya kavuşturulmasının önü açılırken, öte yandan Kürtlere ve dış destekçilerine, “yaptım ama olmadı” denilerek sorumluluktan da kurtulmuş olunacaktır.