Benim Okullarım: Arguvan Güveçli(Maman) İlköğretim Okulu

Benim Okullarım: Arguvan Güveçli(Maman) İlköğretim Okulu
Okul insana kimlik ve kişilik kazandırılan ortamlardan, kurumlardan biridir. Okulun idaresi, öğretmenler ve toplumsal çevre bu kazanımları etkileyen ana etmenlerdendir. Bu etkenleri belirleyen şeylerden biri de coğrafik olarak okulun bulunduğu yerdir. Okullar içinde özellikle ilkokul dönemi okul etkisinin insan üzerinde en çok hissedildiği ortamlardan biridir. Her öğrenci ve veli için ilkokul bambaşka bir heyecanın yaşandığı zamandır. Son zamanlarda şehirleşmenin artmasıyla okul yaşı düştüğü için veli ve öğrenciler için bu durum fazla yadırganmamaktadır. Ama Anadolu’nun bir köyünde sosyal statü ve ekonomik seviye için tek çıkış yolu okula devam etmek olan bir yerde bu çok farklıdır.

Türkiye’nin yaşadığı dönüşümlerden habersiz 1980 yılında okula başladım. Çatısı V gibiydi. Düz damları olan evlerimize göre çok farklıydı. Bu çatının nasıl durduğuna şaşardım. Çevremizde olan- biteni anlamaya çalışıyoruz. Uzun antenli telsizleri ile askerler doluşuyorlar köyümüze. Okulumuza dokuz mezradan öğrenciler geldiği için çok kalabalık. Birleştirilmiş sınıflarda eğitim görüyoruz. Plastik yakamız, üzerimizde okula giden ağabeylerimizin eskittiği önlük. Ayağımızda lastik ayakkabı. Sınıfta soba ile ısınıyoruz. Herkes bir yük odun getirmek zorunda. Evlerimizde elektrik yok. İlkokul boyunca da olmadı. Gaz lambasının aydınlığında ders çalışırdık. Gaz lambasının ışığına alışmış gözlerimiz elektriği gördükten sonra o ışığı çok karanlık bulmaya başlamıştık.

İlkokul öğretmenlerimin siluetini bile hatırlayamıyorum. Her sınıfta farklı bir öğretmen bizi okuttu. Sadece 5. sınıfta bizi okutan – ki o da- köyümüzden bir vekil öğretmen olan Turan Öğretmen dışında. Hala neden öyle olduğunu anlayamıyorum. Sadece bazı hatıralar üşüşür zihnime. Hâlbuki bazen ilkokul dönemine ait öyle hatıralar anlatılır ki neden benim gözümün önünde beliren öğretmenim yok diye hayıflanırım.

Köylerde insanlar arasında küslükler çoktur. Bazen çok önemli, bazen bir incir çekirdeğini doldurmayan meselelerden kavgalar olur. İnsanlar aylar, yıllar boyu boyu birbiriyle konuşmaz. İlkokul öğretmenimiz bu kavgalara çok sık değinirdi. Barıştan bahseder ve çocukların kendi aralarında bu savaşı sürdürmemelerini isterdi. Baharda diğer köylerin okullarıyla birlikte pikniğe gidilirdi. Bu pikniklerden biri ailelerimizin konuşmadığı bir Karadut köyüne yapmıştık. Pikniğe gittik. Ancak öğle sıralarında aniden bastıran bahar yağmuru bizi çil yavruları gibi dağıttı. Herkes piknik yerine yakın olan evlere koştu. Biz küçük olduğumuz için ablam bizi çağırdı. O evlerde oturan ailelerle konuşmadığımız için eve gideceğimizi söyledi. Yağmur altında ıslanarak eve gittik. Ertesi gün öğretmenimiz bizi çağırdı. Neden izinsiz pikniği terk ettiğimizi sordu. Biz de sebebimizi söyledik. Ama bize daha önceki anlattıklarını hatırlatarak iyi bir dayak attı bize.

İlkokul 3. sınıftayız. Öğretmenimiz köyde konuşmadığımız bir aile ile daha yakın diyaloglar içinde. Bu sebepten midir bilinmez ama dönem sonu karneler dağıtıldı. Karnem orta ile geçtiğimi görünce bir ağlamadır tuttu beni. Gözyaşları içinde Öğretmenimin elini öptüm. Benden daha geri olduğunu düşündüğüm babamın amcaoğlunun oğlu olan Nihat’ın pekiyi ile geçtiğini duyunca öğretmenime öfkem kine dönüştü. Unutmam belki de ondandır. Diğer yıla geçip geçemediğimi bilmiyordum. 4. sınıfa giderken her an geri 3. sınıfa gönderileceğim korkusuyla yaşadım. Ortaokul ve lisede bu öfkeden mi bilinmez ama itirazcı bir yapım oldu hep.

Trafik ışıklarını merak ederdim. Ne demek sarı, kırmızı, yeşil renk. Nasıl ve nerede kullanılırdı. Ezberleyip geçerdik. Şehir bir muammaydı. Sadece ışıkları görünürdü geceleyin Malatya’nın. En fazla Arguvan’ı bilirdik. O da ilk olarak dördüncü sınıfta iken ablamın diploma resimleri için gitmiştim. En başındaki tepede Atatürk’ün Kocatepe siluetini andıran heykeli vardı. İlçenin koruyucusu gibi duruyordu. Şehirde okuyan çocukların anlattıkları bize hayal gibi gelirdi. Bir keresinde şehrin köyden daha güzel olduğunu söyleyen komşu köyden gelen Emine’ye bizim köyün şehirden daha güzel olduğunu söylediğimde, o da öğretmene söyledi. Öğretmenimin bana attığı okkalı dayak ile afallamıştım.

Bahçemiz vardı. Temizler, budardık ağaçları. Havuzumuz vardı. Sulardık ağaçları. Öğretmenlerimiz bir şeyler dikerdi. Okulun önünde top oynardık. İlk zamanlar henüz top yoktu. Biz bilinen köy oyunlarımız oynarken topun gelişiyle her şey büyüsünü yitirdi. Hiçbir oyunu sevmez olmuştuk varsa yoksa top vardı. Okul önünü top sahasına çevirdik. Oynaya oynaya toz bulutuna dönerdi. Yeni futbol sahalarının keşfine çıktık. Okulun arkasında mezarlığın yanında yeni saha yaptık. Ama okulun önündeki kadar keyif vermiyordu.

Güveçli Köyü İlkokulu’nun en güzel anları okuldan sonraki zamanlarıydı. Okuldan çıktığımızda oğlaklara giderdik. Hemen önlüleri çıkarır. Domates ve soğan salatası yapar. Ekmeği bandırıp yerdik. Kitaplar koltuk altında koşardık peşlerinden. Oğlaklara gelen diğer arkadaşlarla oynardık. Akşama en iyi kim güzel çobanlık yaptı yarışı yapardık. Akşam gaz lambasının ışığında ödevleri yapardık.

Okuma kitaplarımız Cin Ali serisiydi. Ne Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, masallar bilmezdik. Ders kitaplarında yer alan okuma parçaları favorilerimizdi. Ninemizin, annemizin anlattığı masallar dinlerdik. Ve bir de atalarımızın hikayelerini. Onların mücadeleleri, dertleri, çabaları uzun bitmeyen hikayeler bütünlüğü içinde anlatılırdı. Başka okuma kitabımız olmadı. Ders kitaplarımızdaki okuma parçalarını tekrar tekrar okurduk. Babamın verdiği gazla daha çok çalışırdım. Onun bir iltifatını almak için atmadık takla kalmıyordu. Ama eleştirisi de o derece mahvediyordu. Üniversiteyi kazanmada beni en çok zorlayan babamın “okumazsan çoban olacaksın” sözüydü. 2. sınıfta öğretmenimizin bana ilgisini çekmek için ayaklarımı yere vurmuştum. Bir gün akşam yemeği için bize misafir olduğunda benim için olumsuz ifadeler kullanınca bir nevi yerin dibine girmiştim.

Arguvan’a giden arkadaşlarımız lise duvarında yazılı olan sözü ezberlemişlerdi. “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” Kasıla kasıla sorarlardı. Hayatta en hakiki mürşit nedir? Ama mürşit kelimesinin ne anlama geldiğini bilmezdim. Sınav, test bilmezdik. Her şey okumak ve yazmak merkezindeydi. Okul sadece burasıydı. Başka okul bilmezdik orta okul, lise nedir bilmezdik. Okuldan dışarı adımımızı atar atmaz ya bahçede, ya da hayvanları otlatırken buluyorduk kendimizi.

Öğretmen defterine bir öğrenci karalamıştı. Öğretmen bizi topladı. Kimin yaptığını bulmaya çalıştı. Kimse ortaya çıkıp sorumluğu üstlenmiyordu. Hepimizi çok sıkı bir sıra dayağından geçirdi. Bu olayla hep şu tedirginlik içimde yer etmiştir. Devlet malına el sürülmez. Bu normal kullanım açısından bile tedirginlik duyarım. Birisi çıkıp bir şey diyecek, hesap soracak derim. Halbuki büyükler devletin malı deniz diyerek götürmeyi tercih ediyordu. En meşhur dayak çeşidi parmaklarını birleştirip tırnaklara vurulmasıydı. Hiçbir zaman anne- babamız öğretmene neden vurdun diyerek itiraz ettiğine şahit olmadım.

Okuldaki en güzel anlardan biri diğer köy okulları ile yapılan ortak yıl sonu piknikleriydi. Hakverdi ve Tatkınık köyüne ortaklaşa geziler yapmıştık. Oralarda diğer okullardan arkadaşlıklar edinirdik. İlkokul beşinci sınıfta öğretmenimiz Keban barajına götürecekti. Herkesten belli bir yol parası istemişti. Babam vermemişti. Gidememiştim. Arabanın gidiş gelişini gözyaşlarıyla seyretmiştim.


Arguvan Güveçli köyü ilkokulu benim okulum. Aileden sonraki yuvam. Ocağım. Yerim, yurdum. Şimdi harabe halde. Öğrenci sayısı azalınca samanlık ve ev olarak kullanılmaya başladı. En çok üzüldüğüm ise okul ait kayıtların yok olmasıydı. Şimdi her aklıma geldikçe neden düşünüp alıp saklamamışım. Ama öğretmen okul malına el sürülmeyeceğini söylemişti. Zaman içinde kaybolacak okulun şimdiki hatıralarıma olan izdüşümleri böyle.
 

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56