İmece... derken sihirli bir noktaya parmak basmışız gibi oldu değil mi? Hafızamız ve bilincimiz bizi köylerimizin göçmeden önceki haline ışınladı. Hemen gözümüzde sararıp olgunlaşmış bir buğday tarlasındaki başaklar kırılıp düşmesin diye el ele verip ekin biçen insanlar canlandı. Ya da kopan fırtınanın dam başından atmaya çalıştığı kışlık erzakı kurtarmak için toplaşmış komşuları anımsadık. Birlikte biçilen ekinler, birlikte sürülen dövenler, birlikte atılan saplar, birlikte taşınan kerpiçler, birlikte pişirilen ekmekler, birlikte serilip toplanan tarhanalar, birlikte seçilen bulgurlar, birlikte dokunan kilimler vs. vs. bir dünya iş.
Yapılan işler ve bu işlere karışan ellere baktığımızda “imece” gerçekten insanın birbirine çıkarsız yaklaşımının, yakınlık ve fedakârlığının saf halini veriyor. Olaya o günden baktığımızda imece makinesiz el emeği karşısında çok doğal ve sıradan ve kendiliğinden oluşan bir yardımlaşma yöntemi. Bugünün penceresinden baktığımızda ise çok da kolay anlaşılır ve anlamlandırılır bir şey değil! Yani köylerden küçükken ayrılmış ya da kentlerde doğup büyümüş yeni kuşaklar açısından durum kolay anlaşılacak türün dışında.
Hiçbir şeyin olduğu gibi kalması beklenemezdi. Göç olmasa bile, yerinde değişim dönüşüm bu kadar hızlı olmasa da gerçekleşecekti. Bir tarladaki arpa ve buğdayın elle derilmesi dönemi çok geride kaldı. Buğdaylar biçer-döverle biçildiği için yıkanmayı ve seçilmeyi gerektirmiyor. Elektriğin gelmesi, elektrikli ev aletlerinin de kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Yardımlaşmayı gerektiren çoğu iş, artık ev halkının ya da bireylerin kendi başlarına yapacakları işe dönüşmüş durumda. İmece de göç dahil bu şartlar altında kendiliğinden ortadan kalktı. İmeceyi ortadan kaldıran gelişmeler, hiç kuşkusuz imeceden kaynaklı yakınlık ve birlikte iş başarmış olmanın verdiği mutluluğu da ortadan kaldırır.
Başa dönersek, göçmeden ya da köy boşalmadan önce diyelim, doğup büyüdüğümüz köyde kendimizi imece usullü çalışma yönteminin de içinde bulmuş olurduk. Eğer yardımlaşmaya duyarsız kalsanız ya da kaytarırsanız bunu fark eden biri sizi uyarır; “git yardım et”derdi. Kazanlarda bulgur mu kaynatılıyor, o koca kaplardan hediğin yalnız çekilmezsi zordu. Evine göre altı, yedi, sekiz ve daha fazla kazanın içindekiler patlamadan çekilmesi gerektiği için etrafında kendiliğinden bir sürü insan birikirdi. Biri çatmasını kurup gölgesinde bulgur mu seçiyor hemen bilinir; işini bitiren “bugün ona yarın bana” mantığıyla yardıma giderdi. Bir evde ekmek mi pişiyor, biri gidip o ekmeği sacda çevirmeye koşardı. Tarhana mı serilecek ya da toplanacak haydi hep birlikte! Yataklar açılıp içi mi yıkanacak, bu işlerin altından hiçbir evde tek başına kolay kolay kalkılmaz; herkes bir ucundan tutmak zorundadır. Kimi şilte yamar, şilte diker. Kimi yorganı döşeği köpümeye başlar.
Komşunun, akrabanın yardımına koşmada büyükler zamanın çocukları olarak bizleri hiç boş bırakmazdı. Gücümüz neye yetiyorsa onu yapardık. Kâh çeşmeden bir eve su taşır, kâh birinin kapısının önünü süpürür, kah dam üstüne yıkanıp serilmiş buğday ya da bulguru serçeler yemesin diye sergiyi beklerdik. Yardımlaşmanın, imecenin karşılığı “bu gün bana yarın sana” olmasının yanında, ila ki karşılık alacağım diye bir şey de yoktu. Bir kişi güçsüz ya da bir ailenin çalışacak fazla kimsesi olmayabilirdi. Böyle durumlarda karşılık zaten beklenmezdi. Ayrıca her yardıma gidilen yerden de aynı ölçüde yardıma gelinecek diye bir ölçü de aranmazdı. İmece tatlılık veren, bağları güçlendiren, bir arada söyleşmeyi, eğlenerek iş yapmayı çoğaltan bir çalışma şekliydi.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi makineleşme ve köydeki sosyal ilişkilerin dağılıp çözülmesi imeceyi de ortadan kaldırdı. Bugün benim köyümde yaşayan insan sayısı yüz kişinin altında. Aşağı yukarı bütün köyler böyle. On kat bir küçülmüşlük var. Köyün çok eski hallerini bilen insanların bile yardımlaşma konusundaki beklenti ve karşılık verme şekilleri değişmiş durumda.
Köydeyken ziyaret ettiğim amcamın oğlunun evinin karşısında sahibi artık olmayan bir dut ağacını işaret ederek “bu dutu kim topluyor” demiştim de orada bulunan ilkokulu birlikte okuduğumuz adını vermek istemeyip, ‘Mehmet’ diyebileceğim bir arkadaş ,“sen eğer pekmez yapmak istersen sallayabilirim” demişti. Ağacın sahipleri köyde olmadığı için duttan hep başkaları yararlanırmış. Dutu toplama gibi bir niyetim yoktu ama Mehmet’in bana yardım etme düşüncesi hoşuma gitmişti. Bunu eve gelip ablama da söyledim. Ablam gülerek “Ee dutu babasının hayrına silkelemeyecek ya!” dediğinde çok şaşırdım. Yani bir ağaca çıkıp dallarını sallayarak benden para isteyecekmiş.
Köydekiler içme suyunu köyün kaynak pınarından getirirler. Ablam ve eniştem 5-10 litrelik testileri taşımakta zorlandıkları için başkalarından yardım aldıklarını söylerler. Meşgul olduğum bir anda ablam ara sıra su taşıttığı komşulardan birinin gelinini yine çeşmeye göndermiş. Genç kadın suyu getirip eve bıraktığında, ablam kadının avucuna bozuk bir-iki lira verdi. Tuhaf oldum ve çok şaşırdım. “Bu ne ya, ayıp değil mi? Böyle alıştırıyorsun” dedim ablama. Kimse kimseye karşılıksız iş yapmazmış, öyle alışılmış. Parayı veren ablama da alan kadına da öyle bir kızdım ki o an köyde kim var kim yoksa herkese çeşmeden su taşımak isteğiyle doldum.
İşte imecenin yerini alan ilişkiler böyle liraya dayanan soğuk, basit ilişkilerdi. Yapacak bir şey yok elbet. Geçmişe mazi denir tabi. Üretim araçlarının ve üretici güçlerin gelişimine bağlı bazı olgular geride kaldıysa onları her işte yeniden diriltmek tarihsel açıdan mümkün değildir. Ama insan makinenin kölesi değil, yöneticisi olmalıdır. Bazı şeylerin bizim içimizi boşaltmasına, ruhumuzu teslim almasına da izin veremeyiz diye düşünüyorum. Geçmişte kalmış imece olgusu iyi bir şeydi! Ruhumuza ve ilişkilerimize zenginlik kattı. Şimdi onun şartları olmasa da iyilik ve güzellikleri yaşayacağımız başka işlerimiz mutlaka vardır. İnsan yanımızı, şartları bahane etmeden koruyup geliştireceğimiz yeni birlikteliklerle yüceltebiliriz. Bir imece yoksa yeni tür bir imece bence vardır, var olmalıdır.