Büyük Devlet Operasyonu
Rüstem BUDAK
Türkiye tarihsel yürüyüşünde Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopup yeni bir cumhuriyet olarak teşekkül ederken din, devlet, toplum ve ideoloji anlamında derin kopuşlar ve yönelmelere maruz kaldı. Bunları gerçekleştirirken bir taraftan süregelen gerileme ve yıkılma sürecini aşmak, diğer yandan zamana uygun bir yönetim ve toplum teşekkül etmekti. Bunların nasıl yapılacağı ve neye dayandırılacağı noktasında her kesim kendi tezlerini ileri sürdü ve hâkim kılmaya çalıştı.
Çağ, kelime ve kavramların yeniden yorumlama çağıydı. Tahayyüldeki kavramlar yeniden yorumlamaya tabi tutulurken, insanlığın yeni ürettikleri kelimelerin anlamı üzerinde tartışmalar oluştu. Bu süreçlerin doğal zemininde olgunlaşması- değişmesi beklenirken her kavramı çatışma unsuruna dönüştüren bir düşünce- siyaset serüveni oluşmaktaydı. Kavramlardan birer kurtuluş ideolojileri oluşturulmaya çalışıldı. İmparatorluk yıkılırken kendini yeniden ifade etmenin ve üretmenin çabası olarak ortaya çıkan ideolojiler birbirlerinden beslendiler. Savaşlarda bir taraftan işgalcilerle mücadele ederken, bir taraftan kendi içlerinde büyük mücadeleler gösteriyorlardı.
Kurtuluş savaşı ertesi yeni cumhuriyet şekillenirken sadece düşmanın değil içte farklı ideolojilere mensup kişi- grup- toplumsal yapılarında tasfiyesi gündeme gelecekti. İktidarı ele geçiren taraf diğerlerini işgalcilerden daha tehlikeli ön görerek tarihten, coğrafyadan silmeye çalıştı. Bunu yaparken dış güçlerle de işbirliği yapmayı ihmal etmedi. Gayri Müslimlerin çoğunluğu Osmanlı döneminde ülkeden çıkarılmıştı. Kalanlar ise mübadele ve komplolarla gönderildiler. İslam ve Osmanlı muhayyilesi ırki temelde temayüz etmemişti. Ancak modern zamanların akışına kendini kaptıran egemen güçler yeni bir ırkın teşekkülü için toplumsal- siyasal mutabakatı bozarak düzenleme giriştiler. Bu düzenleme hem anayasa hem de bölgesel düzeyde yapıldı. Anayasadaki tanımlar kucaklayan değil dışlayan bir temelde yeniden yazıldı. Bölgesel olarak yoğunluk olan yerlerde ise ezerek- kimlik inkârına giderek ve sürgünlerle değişime zorlandı.
Yaşanan çağı idrak etme adına gösterilen çabalar aslında tarih dışına giden yolun ilk adımları oldu. Bu topraklarda insanların varlık nedeni olarak dayandığı tüm kurumlar- yapılar etkisiz hale getirilmeye çalışıldı. Tarihsel yürüyüşte kendi zeminini arayan çabaların önü kesilerek her şey donduruldu. Konuşulması, tartışılması, düşünülmesi yasaklandı. Tehlikeli addedilenler devletten, toplumdan, siyasetten, kültürden uzaklaştırıldı. Bunlar artık miadını doldurmuş varlıklar olarak daha fazla ülkenin önünü tıkamamalıydı. Herkes yeni çizilen rotada yol almalı ve bu süreci desteklemeliydi.
Ülke suskunluğa gömüldü. Herkes sustu… Aydınlar, alimler, yazarlar, şairler ve toplum. Büyük bir tekebbürle konuşan, dünyadan kopmuş ülke nizamat veren yeni bir güç konuşmaktaydı. İtiraz eden aydınlar susturuluyor, denize atılıyor, boğduruluyor, komplolarla içeri alınıyor, sürgünlere gönderiliyor, yargılı- yargısız infazlara kurban ediliyordu. Âlimler medreseden çıkarılmış eve hapsedilmiş, en küçük harekette onları tasfiye edecek oyunlar devreye konuluyordu. Yazarlar kalemlerini yeni yönetimin varlığını topluma anlatmak- dayatmak için yazı yazacaklar, kafa yoracaklardı. Sistemin dışına çıktıklarında hayatın dışına atılmaktaydılar. Şairler en güzel şiirlerini devrim ruhu için okuyacaklardı. Ve toplum… sustu… sustu. Bu suskunluğundan rahatsız toplumun ne düşündüğünü ölçmek için bazı mizansenler hazırlıyorlardı. Toplum konuşma zamanı geldi diyerek akın ettiğinde aslında gerçeğin farklı olduğunu görerek yeniden eve döndü. Hiçbir yer artık güvenli değildi. Evi dışına çıkmamalıydı. Hiçbir düşünce, tasarım, ideoloji, görüş taşımamalıydı. Susmalı ve dinlemeliydi. Gazetelerde, kitaplarda, radyolarda, meydanlarda yeni ideolojinin gür sesini dinleyecekti.
Devlet yeni düzen ihdasındayken toplum kendi içinde korunma adacıkları oluşturmaya başladı. Geleneksel kurumlar toplumun sığındığı yerler oldu. Gelecek tasavvurunda bir hayale yer yoktu. Bütün düşleri yerle bir edildi. Toplum kendi geçmişine sığınarak kabuklaşmaya başladı. Sadece burada huzur duymaktaydı. Devletin yeni bir dünya olarak sunduğu görüş ve pratik toplumun kendini bulduğu ve mutlu olduğu yer olamadı. Önce toplumun her kesimini şiddetle, baskıyla, tasfiye ile düzenlemeye çalıştı. Dindarlar, etnik tüm sivil veya resmi kurumsal yapılar ters yüz edildi. Devlet kendine yeni millet oluşturmaya çalıştı. İnkârdan, dışlamadan sonra ön kabullere başladı. Sistem önce kendine sadık bürokratik bir egemen gücü oluşturdu. Askeri ve sivil güçlü bir oligarşik yapı oluşturuldu. Sivil Bürokratik kesim bunca yoksunluğa karşın elde ettiği konumu önemsedi ve bu imkânı verenlere köle oldu. Bürokrasiyi teslim alan güçler bu defa toplum içinden etkin sosyal yapılardan temsilcileri kendi içine çekti. Şehirlerde yeni sermaye sahipleri oluşuyordu. Anadolu’da şehir ve köylerde güce sahip olan eşrafı yanına çekti. Eşraf toplumdan kopuk üst gurubu temsil ediyordu. Çevresine yeni düzenin küçük temsilcileri olarak modelleme yoluna gideceklerdi.
Yeni egemen güçler kendilerinden kopan toplumu yanlarına çekmek için korkular yaymaya başladılar. Önce batılıların işgalci rolünden dolayı onların temsilcileri olan Yunanlılara karşı verilen savaş dolayısıyla her an yeni bir cephe oluşma tehlikesi gösterilmeye çalışıldı. Osmanlıyı yenen güçler her an yeni cumhuriyete karşı taarruza geçebilirlerdi. Ve bunların içte dostlarına dikkat çekilerek iç düşman konsepti oluşturuldu. Savaş öncesi ve sonrası yapılan anlaşma ile batı, Türkiye’ye bir çerçeve çizdi. Egemenler bu çizgiyi kabul ederek bir zamanların işgalcilerine teslim oldular. Yapılan anlaşma ile korku dengesi boşalmıştı. İç düşman konseptini dolduracak acilen yeni durum var edilmeliydi. Üretilen onca korku merkezleri vardı ki toplum artık devlet korkusundan çok bunlardan çekinir oldu. Öncelikle irtica adıyla anılan din daimi korkuların merkezine yerleştirildi. Bir imparatorluğu çıkan din unsuru yeni cumhuriyet içinde tehlike arz ediyordu. İrtica her türlü dini öğe ve söylemi tehlikeli gösteriyordu. Ardından eski düşman yeni dost batının gösterdiği sol- sosyalizm ve bunların temsilcisi olan Sovyetlerden gelecek tehlikeye karşı dikkatli olunmalıydı. Bu düşüncenin ilk temsilcileri denizde boğdurulmuştu. Yeni dönem düşünenlerini hapishanelere gönderdiler, sürgün ettiler.
Devlet kendinin varlığını toplum nazarında vazgeçilmezliğini ve teminatını sağlamaya çalışıyordu. Yeni düzeni toplum, kültür, ekonomi ve siyaset düzleminde değişim çabalarını da sürdürüyordu. Yapılanlar tarihsel var oluşa ve medeniyet akdine yabancıydı. Yerleşemiyor, kökleşemiyordu. Eleştiri, öneri getiren kişi ve gruplar hemen tasfiye sürecine uğruyordu. Cumhuriyetin kurucu kadroları birbirine karşı duydukları güvensizlik ve mücadele nedeniyle iç tasfiye sürecini başlattılar. Düzenlenen komplolar veya yaşanan bazı olaylar bahane edilerek Osmanlı coğrafyasından Anadolu’ya gelen güçlü insan kaynağı kurutulacaktı.
Türkiye kimliği etnik temelde yeniden yorumlanma çabası içine girilince bu topraklarda yaşayan farklı etnik gruplara yönelik yok sayma ve yok etme çabası içine girilecekti. Kendi kimliğini medeniyet algısı temelinde düşünen yapılar bu yeni tanımlama karşısında kendilerine yönelen bu baskılara karşı ortaya koydukları direnç daha fazla zulüm görmelerine yol açtı. Hak talepleri bölücülük, vatan hainliği temelinde tanımlandı ve toplumun büyük kesimi bu mücadeleyi mahkûm etti. Bulduğu her fırsatta kendini ifade etme imkânı arayan çabalar zamanla şiddet sarmalına girerek ülkeyi esir etti.
1950’den sonra dünya sisteminin değişime zorladığı yapının kısmen halka küçük bir güç paylaşımına gidildi. Halka verilen kendi kendini yönetme sürecinin kendilerine artık yeni iktidar olma fırsatı veremeyeceğini düşünen güçler restorasyon çabasına girdiler. Ülkeyi öneten başbakanı absürd sebeplere dayanarak iki çalışma arkadaşı ile birlikte asarken ülke de aslında henüz hiçbir şeyin değişmediği ortaya çıkacaktı. Devlet restorasyonunu halka götüren güçler kendilerini seçimle iş başına gelmeseler de hâkimiyetlerini devam ettirebilecekleri iç kurumsal yapılar oluşturdular.
Meseleler yumağı haline gelen ülkede bu meselelere yönelik düşünme, çözme iradesini engellemek için bu defa dünya üzerinde egemen devletlerin oluşturdukları yeni paylaşım planlarının parçası olarak sıcak savaştan soğuk savaşa evrilen dönemde oluşturulan kutuplaşmayı ülkeye taşımaya gayret ettiler. Sağ ve sol olarak tanımlanan aslında birbirinden hiç farkı olmayan ideolojik angajmanları kullanarak, provokasyonlar yaparak toplumun gücü, aklı ve enerjisini bu alanlara yönlendirdiler. Toplum birbirine karşı tehdit algısı içine yerleştirildi. Devlet sözde hakem rolünde bu sanal paylaşım ve ideolojik mücadeleye yerli yerince müdahale etmeye çalışıyordu. 12 Eylüle gelindiğinde birbirini hırpalamaktan yorulmuş halka yapılan müdahale ile dünyadaki değişimin ıskalanmaması için yeni bir aşama için düzenleme yapıldı.
Toplumun devlete yönelik yeni eleştiri ve taleplerinin önüne geçmek için bu defa etnik temelde ayrıştırılan ve haksızlıklara uğrayan Kürtlerin yeni çatışma alanlarına mahkûm edilerek toplumsal reflekslerin esir alınması hedeflendi. Çözmek için hiçbir samimi adım atmayan savaş lobisi bu süreçten her anlamda en üst düzeyde faydalar sağladı. Bölünme masalları içinde yaşanan akıl tutulması ile birlikte yaşanan onca acının hesabının sorulacağı bir muhatap bulunmamaktadır.
28 Şubat postmodern darbesi ile siyasal- ekonomik güç alanlarında da var olmaya başlan kesimleri adam etme ve taleplerini egemenlerin güç merkezlerine yönelik olmayacak şekilde dizayn etmeye girişildi. Halen süren yasaklar ve başörtüsü gibi semboller üzerinden yürütülen mücadele sistemin tam anlamıyla kendine yönelik tehlike sınırı dışına çıkana dek bu çabaları devam edecektir.
Türkiye’de devlet içte operasyon yaparken dışarıdaki güçler seyretmediler. Dünyanın değişimine paralel gelişen süreçte uluslar arası güçler bu önemli devlet içinde her daim müdahil oldular. Şimdiye kadar Türkiye’nin kendi kaderini yönlendirmesi noktasında çok aciz kalmıştır. Avrupa Birliği eksenli değişim çabası iç dinamiklerini yitiren ülkenin dışarıya bağımlılığının da ifadesi ve imkânı olarak ta kullanılmaktadır. Uluslararası güçlerin operasyonlar için içte bulduğu destek ile bu dönüşüm hazırlamışlardır
Devlet 20. ve 21. yüzyıllarda halka, tarihe, coğrafyaya yönelik büyük operasyon gerçekleştirdi. Bu toprakların sahip olduğu değerlerden yeni çatışma alanları oluşturmaya çalıştı. Din, dil, bölge, mezhep, düşünce adına ne varsa her şeyi kendi iktidar alanını korumak ve tahkim etmek için kullandı. Ülkenin konuşması, düşünmesi gereken gerçek gündemleri ile yüzleştirmedi. Ulusal ve uluslararası alanda örgütlenen yapılar bu operasyona destek verdiler. Toplumu tarihin dışına ittiler. Kendileri oluşturdukları iktidar alanlarında yeni operasyonlara yıldırdıkları, yendikleri, ezdikleri halka karşı kazandıkları zaferlerin tadını çıkardılar. Ülke de düşman olmak adına hiç kimse kalmadı. Sivil ve askeri bürokratik hâkimiyet kanalları dışındaki herkes düşman olmuştu. Dindarlar, gayri Müslimler, Kürtler, aleviler, sağcılar, solcular, İslamcılar vs. toplumun içinde yer alan sosyal ve siyasal mücadele katmanları düşman konsepti içinde oldular. O kullanma hakkı verilerek sisteme adapte edilmeye çalışına halk hiçbir zaman güvenilecek bir dayanak olarak görülmedi.
Devletin artık millete yönelik yürüttüğü büyük operasyonu sonlandırma zamanı çoktan gelmiştir. 100 yıldır devletin toplum, siyaset, kültür ve düşünce üzerine gerçekleştirdiği operasyonel mantığı terk etme zamanıdır. Geriye doğru gidiş daha fazla sürdürülemez. Tarih ve topluma söz hakkı, irade hürriyeti vermelidir. Ama devlet egemenlerine ruhuna- aklına sinen oligarşik ruh her an temayüz edebilir. Veya kimlik ve kişilik değiştirebilir. Yitirdiği iktidar zemini farklı şekillerde koruma yoluna gidecektir. Küçük gruplarda olsa yeni güç alanlarına yönelik dünya sistemin egemenleri ile işbirliği halinde çalışmalar yapılacaktır. Bu yalanları, hileleri, oyunları deşifre edecek basiretin oluşumu kaçınılmazdır. Aklını ve kalbini yitiren bir toplumdan bir şey beklenemez. Tarihin, toplumun gerisine düşmeden birlikte yürüyen bir devlet oluşumu arzulanmalıdır.