Çocukluğum: Ömrümün Yarısı
İnsan hayatı ortalama 70 ila 80 yıldır. Bu hayat içerisine neler sığdırmaz ki… Bir dönem var ki insan uzun yıllarına denk gelecek yoğunlukta ve derinlikte yaşar. İnsanın çocukluğu genel anlamda 12 yaşına kadardır. Bir insan 12 yaşına kadar nerede büyümüşse oraya aittir, o yerin ruhudur, o mekanın çocuğudur. Bu yaşa kadar öğrendikleri- yaşadıklarını ömrü ne kadar olursa olsun ancak yarısı edebilir. Bir insanı tanımak, anlamak için onun çocukluğunu bilmek gerekir. Nerede doğmuş, nasıl bir çevrede büyümüş, hangi okula gitmiş, arkadaşları kim olmuş? Bunları bilmeden, anlamadan bir insanı anlamak tanımak yarım kalır.
Benim çocukluğum… Yani ömrümün yarısı… Varlık aleminin dünya gezegeninin Türkiye devletinde Malatya ilinin Arguvan ilçesinin Gavurhacı (Güveçli) köyünde geçti. Diğer mekânlar ötekidir, asıl olan köydür benim için. Çünkü çocukluğumun sonuna kadar başka bir dünya ve mekân tanımadım. Ne televizyon, ne radyo, ne de seyahat, ne kitap ne de dergi ile başka ortam ve dünya ile tanışmadım… Sadece ve sadece köyüm… Tüm varlığın şekillendiği yegâne mekân…
Nüfus kâğıdında 06/ 06/ 1974 yazar doğum tarihi. Ama babam ilkbahara doğru doğduğumu söyler. Nüfus cüzdanı 3 yıl sonra çıkartıldığı ve doğum tarihi tam yazılmadığı için gün ve ay tam bilinmiyor. Varlık ve yokluk arasında bir çocukluk başlayacaktı. 3 odalı evimiz… Evin önünde akan su. Bahçeler ve dereler. İki dere var: büyük dere ile küçük dere… Başka isim verilmemiş. Ve bahçeler… Dere boyu kavaklar, cevizler, söğütler… Bahçelerde bostanlar, meyve ağaçları. Köy aradan akan dere ile ikiye bölünmüş. Karşıda 3 ev var. Bu yanda 11 ev var. Evlerin damları bitişik. Aralarda ahırlar…
Su çocukluğumuzun vazgeçilmezi. Kışın coşkun yazın suskunlar… Kışın habercisi yukardan gelen ilk sel suları haber verir. Su çağıltısı kış ve bahar boyunca kulaklarımızda gitmez. Her daim hareket vardır. Suyun hallerine göre yukardaki köylerde neler olduğunu tahmin etmeye çalışıyoruz. Karşıya geçmek zorunlu hallerde merakla geçişler seyredilir. Hele büyük deredeki geçişler. Bazen seyrelmiş su bölgesinde çocuklar sırta alınır. Hayvanlara binmişsek, bir an önce bu yolculuğun bitmesi için sabırsızlanırdık. Hayvanın ayağının kaymasından korkulur. Bazen de diğer köylerde olan boğulma olayları aklımızda korkulu bir düş olurdu. Özellikle de baharın coşkun sularına kapılan çocukların hikayeleri bizi ürkütürdü.
Suyu çok severdik. Yazın güneşi ile birlikte günün nerdeyse artık suyun içinde geçecekti. Dere içinde göletler yapar, içine girerdik. En büyük eğlence ise balık tutmak ve pişirip yemek. Her balık yeni zafer çığlığıydı. Birazcık büyüyünce büyük dereye geçerdik. Sular çekilmeye başlayınca leyleklerle birlikte balık avına çıkardık. Hiçbir kurutuluş ümidi olmayan balıkların hazin teslim oluşunu seyrederdik. Sular ısınmıştır. Şimdi Baraji Mamke’de yıkanmak vaktidir. Büüyk üsta Memik amca’nı dehasının ürünü olan yerde suya girerdik. Sadece bizim köy değil Asmaca, Telliler, Aslanuşağı, Dalhançer, Çumukavak’tan gelen çocuklar girerdi. Biz baraj derdik. Sonra öğrenecektik ki baraj daha farklıymış. Ama o hep bizim barajımız olacaktı. Burada kenarda olan yüksek kayanın üzerinden atlamak zevkini başka hiçbir yer vermeyecekti. Diğer köylülerle tanışmak ve arkadaş olmak fırsatı verirdi. Bazen de kavgalara…
Çocukluğumuzun oyunları vardı. Saklambaç, çelik- çomak, üçtaş, beştaş ve adını hatırlamadığım diğerleri… Özellikle çelik çomak müthiş zevk verirdi. Düz damlarımızın üzerinde gruplar halinde mücadele verirdik. Anlaşmazlıklar, kavgalar, küskünlükler… Telden araba yapmak başkaydı. Amcaoğlu Rıza en güzel arabaları yapardı. Hepimiz ona araba yaptırmak için yalvarırdık. Tel bulmak meseleydi. Bunun için ya bahçe çitlerinden aşırdığımız yada elektrik getirmek için Tatkınık düzünde bırakılan telleri kullanırdık. En çok hoşlandığımız oyunlardan biride çobanlık yaparken ev yapmaktı. Genellikle tek katlı olan hayalimizdeki evleri yapardık. Ama bu oyunlar hepsi Celal dayımın oğlu Emin’in Malatya’da getirdiği top ile sona erecekti. Top büyülü gibiydi. Onun dışında hiçbir oyun bizi sarmayacaktı. Topu olan en havalısıydı. Şehirden getirilecek en değerli hediye top olacaktı. Topun bulunuşu ile saha ihtiyacı olacaktı. Önce okul önündeki alanı kullanacaktık. Ardından el birliği ile okul arkasındaki yere saha yapacaktık. Kendi aramızda yaptığımız maçlar, turnuvalar büyük çekişme içinde geçecekti. Ne toz duman, ne çamur bizi bu sevdadan ayırmazdı. Diğer köylülerle yaptığımız maçlar müthiş heyecanla geçerdi. En çok Telliler ile maç yapardık. Çoğunlukla onlar bizi yenerdi. Bu maçları ya onların harman yerinde ya da bahçelerinde yapardık daha sonraları birkaç kere Tatkınık ile maç yaptık.
Gavurhacı da çocukluk demek çobanlık demekti. Büyük hayat tecrübesinin adımlarını bununla atardık. Az çok ayağa kalkan çocuklar elinde sopa hayvan peşine düşerdi. Hayvan otlatmak demek köy dışına çıkmaktı. Hayvanları götürdüğümüz meralar, otlaklar… Düzesıtan, Gavure, Gomegacar, Ağyare, Gavrikurun… Önce oğlak yaymakla başlardı çobanlık tecrübesi. Sabah erken oğlakları çıkarır saat 10 civarı eve getirirdik. Öğleden sonra ikindide tekrar bırakırdık. Oğlakların oynayışları, heyecanları bize de keyif verirdi. Büyük sorumluluk demekti aynı zamanda. Onların karınlarını doyurmak, kaybetmeden- eksiltmeden eve getirmek zorundaydık. Bazen diğer sürülere katışırlar, kaybederdik. Dutlar akil baliğ olduğunda onları tutmak ne mümkün. Hemen koşuverirlerdi. Bir de meşelerin Baru’ları. Bunları çok severlerdi. Bu tecrübeden sonra inekler ve keçiler başlardı. Bunlara çobanlık yapmak sınıf atlamak gibiydi. Büyümüş oluyorduk artık. Meşeler… Orman türü olarak tek tanıdığımız… Onların gölgesinde uyumak, gölgelenmek, dinlenmek, sohbet etmek. Sabah erken bıraktığımız hayvanların ardında uyku mahmurluğu içinde altına uzanırdık. Ah o toprağın kokusu ah… Uykudan uyandığımızda eğer hayvanlar gözetim alanı dışına çıkmışsa bulmanın korkusu içinde koşuştururduk. Diğer köylerin çobanları ile tanışır. Meraları diğer köylere karşı korurduk. Çobanlıkta sığınacağımız evlerimiz… Helinler… Daire şeklinde taşlarla örülü… Avcıların mekanı… Yağmur yağdığında önce sığındığımız mekânlar… ardından artık iyice ıslandıktan sonra korunmaktan vazgeçip tabiatın coşkun sesine ortak olmak… Tepeden tırnağa ıslanmak… Soğuk, soğuk, soğuk… Ama üşütmezdi bizi. Kıymazdı bize… Tenimize değen suların ahengine eşlik ederdik.
Otlar sararmaya başlar iken yaz sıcaklarının bastırdığını görürdük. Ekin biçme zamanı. Ve harmanlar… Kuruyan dudaklarımız… Eve dönerken ilk çeşmede doya doya su içmek. Biçerdöverlerin girdiği tarlalardaki hozanlara gitmek. Asmaca’nın yazısına. Gonyeusık’ta su içmek. Nihale Sıtan’da suya gömülmek. Ve uzanmak. Göğü seyretmek. Gökyüzüne uzaklara dalmak. Ve yaz gecesinde damda uyumak. Elimizi uzatsak değecek kadar yakın duran yıldızlar. Kayan yıldızların ardında bakakalmak. Her kayan yıldızda ölen birini düşünmek.
İlkbahar… Bozkırın gelin gibi süslendiği zamanlar… Nevruz olduğunda artık baharın olduğunu anlardık. Onlar olduğunda Nevruz Bayramının ne olduğunda bilmez iken bile bayram ederdik. Nevruzları toplar, bazılarından doğacak oğlakların cinsiyeti için fal bakardık. Bazılarını soğanları ile çıkarır evde suyun içine koyardık. Önce meşelerin içinde mantarlar… Ardından Gızerler, Bivoklar, Kengerler… Bivokları bir çember yapıp eve götürürdük. Annemiz onu sütle kaynattığında başka bir tadı olurdu. Gızerler doyumluk idi. Tazesini yediğimizde müthiş tad verirdi. Kengerler hem yaş hem kuru iken kullanırdık. Yaş iken ekmek arasına koyup yerdik. Kuruduğunda ise onları kesip, sütlerinden sakız yapardık. Onları toplar şehirden veya Almanya’dan geleceklere satardık. Veya kendimiz kullanırdık. Kengerleri kesip, bunların kuruyan sütlerini toplayıp yıkamak yaz mevsiminin en büyük zevkiydi.
Köyde ilkbahar zamanın neşesi… Karların erimesi… Coşkun sular… Çobanlık yaparken susadığımızda bu eriyen sulara koşardık. Yeşerirdi toprak. Türlü çiçekler… Kuşlar yuva yapmada… Isınan toprak üzerinde koşuşturan tavşanlar. Ve keklikler… tilkiler… türlü hayvanlar ilkbaharın neşesine ortak olacaktır.
Hastalık nedir bilmezdik. Doğum, yaşam ve ölümü bilirdik. Hastaneye gitmek, tedavi olmak, ilaç kullanmak bilmedik. Hasta olanlara otlardan yapılan tedaviler uygulanırdı. Zaten pek hastalanmazdık. Hastalandığımızda tek kullanılan ilaç gripin olacaktı. Bulunmazsa kendiliğinden geçmesi beklenecekti.
Köyümüzün dükkanı. Osman amcanın evinin altında. Girişte peşin ve veresiye satan esnafı durumunu gösteren resimler. Neden biri üzgün, diğeri huzurlu görünüyor anlamazdık. İçeride lokum kokusu. Raflarda çay, şeker, bisküvi, sigara ve diğerleri. Harman zamanı topladığımız nohutlarla aldığımız lokum ve bisküvilerin tadı damağımızda.
Ulaşımı sağlayan tek araç Çiloğlu’nun otobüsü. Uzaklardan tozu kata kata geldiğini gördüğümüzde arkasına binmek için koşardık. Asılı kalıp inemediğimizde düşerdik. Ellerimiz yaralanırdı. Bir gün 12 yaşına geldiğimde arabaya binip köyden ayrıldıktan sonra artık kopuşumuz başlayacaktı. O bizim çocukluğumuzun efsanesi.
Dünya algımız tecrübelere dayanırdı. Bu tecrübeler öncelikle büyüklerimizin hayatlarından edindikleri düşünceler. Babalarımızın uzun uzun nasihatlari. Kitabımız, dinimiz bu tecrübelerdi. Doğru olmaya, çalışmaya, onurlu olmaya, dik durmaya, şerefli bir hayat yaşamaya ilişkin nasihatler. Köyde camii olmadığı için din algımız zayıftı. En yakın camii Tatkınık’taydı. Oraya da büyüklerimiz bayram ve Cuma namazlarında giderdi. Biz ise bu yolculuğa eşlik etmezdik. Dini metin olarak bir şey yoktu elimizde. Dedemin duvarında duran özenle kaplanmış kitap dışında. Bu kitapta ne olduğunu merak eder, ancak almaya ve açmaya cesaret edemezdik. Sonra duvarda 12 imam isimleri. Bunlar kimdir, ne yapmışlar bilmezdik. Uzun aradan sonra Malatya’da bir akrabamızdan gelen diyanetin bastırdığı ilmihal kitabı. Dualar ezberledik, namaz kılmayı öğrendik. Yeni dünya keşfetmiş gibi heyecanla.
Mezarlığımız köyün arkasındaydı. Atalarımızın ayakta kalan son izleri. Şimdi çoğunun kime ait olduğu bilinmez halde. Artık mezarlığa uzun zamandır kimse gömülmüyor. Malatya’da hastanede vefat edenler hemen buradaki mezarlığa gömülüyor. Bayramlarda mezarlık ziyaret edilir. Çok yakın ölen varsa yeni bir yas olurdu. Mezarlıkların başında şeker ve diğer hediyeler dağıtılırdı. Mezarlar temizlenir, taşlar tekrar konulurdu. Köyde yaşam ve ölüm dost idi. Şehirde birbirine düşman oldu.
Türküler bilmezdik… Bildiğimiz ve dinlediğimiz türküler ölenlerimizin ardında yakılan ağıtlardı. Ağıtların yakılmadığı zamanlara eriştiğimizde bunların değerini anlayacaktık. Ve bir ağıt olacaktı hayat. “Mırın zeru zara” derdi büyükler. Yani ölüm sarı altın’dır. Değerlidir. Ölüme teslim oluşun ve hayatın en büyük mesajı… Hayat algısı bununla başlayacaktı. Köyde ölenleri sayardım. Bu yıl kimler öldü. Sıra kimde diye beklerdik.
Elbiselerimiz bizden büyüklerin eskileri olacaktı. Ağabeylerimiz, ablalarımıza küçük gelenler bize elbise olacaktı. Bununla birlikte Almanya ya da Malatya’da ki akrabalarımızın kullandığı eski elbiseler olacaktı. Malatya’dan yeni elbiseler nadir gelirdi. Gelen elbiseler çok değerli bir eşya gibi korunur, saklanırdı. Yırtılanlar tekrar yamanarak kullanılırdı. Ayakkabılarımız lastik idi. Her yeni ayakkabının zevki başkaydı. En çok yenilenen ayakkabılardı. Artık ayakta kalamayacak kadar eskiyinceye kadar kullanırdık. Saç tıraşımız dedemin metal saç makinesi ile olacaktı. Yağlanamadığı zaman acıtırdı. Saçlar iyice uzandığı zaman ağlaya ağlaya saçlarımızı keserdik.
Hayatı anlamak çocukluğumuzu anlamaktan geçer. Ruhumuzun, aklımızın temelleri buradadır. Çocukluğumuz ile ne kadar tanış olabilirsek kendi varlık alanımızı ve gücümüzü göreceğiz. Şimdi artık geride birer hatıra olarak kalan çocukluk her an yanı başımda hayatta bana sorunların çözümü, çıkmazların aşımı, geleceğin inşası için bitmez tükenmez kaynak olarak rehberlik ediyor.