Sn. Halil Düzova ile tanışma nedenimiz , ‘’İki Dedem Vardı’’ adlı romanımın okunmasından sonradır. Tanışıklığımız dostluğa dönüşmüştür. Bu dostluğa dönüşümde Sn. Düzova’nın; içtenliği, insanına düşkünlüğü, kendisinin ve dolayısı ile toplumunun kültür ve tarihine verdiği önem, ayrıca toplumunun ileriye dönük refah ve mutluluğuna istemi kaynaklık etmiştir.
Sn. Düzova’nın geniş ailesini, Dedesi Hacı Halil’i, babasını, amcalarını hepsini çok iyi tanırım. Evlerine misafir oluşum ve bir çok diyalogum olmuştur. Babaannem Alxasonlu yani köylüleri olup aynı zamanda Hacı Halil’in amcakızlarındandır. Tüm aile büyükleri bundan dolayıdırlar ki şahsıma ‘’yeğen’’ der ve bu yakınlık ile davranırlardı.
Hacı Halil Ailesinin dostluğu, arkadaşlığı, akrabalığı bir onurdur.
Hacı Halil ise Yukarı Atma’nın bir sembolüdür. Yiğitlik, cömertlik, misafirperverlik simgesidir.
Hacı Halil benim ‘’İki Dedem Vardı’’ adlı romanımın kahramanlarındandır.
Sn. Halil Düzova; Hacı Halil’in oğlu, Hüseyin’den olma torunudur.
Sn. Halil Düzova ile tanışmamızın geçliği ise benim öğretmen olarak uzak yerlerde çalışmam, aramızdaki yaş farkı ve ben öğretmen iken kendisinin tahsil hayatının başlamasıdır…
Sözün kısa ve özü; Hacı Halil Ailesini saygı ve sevgi ile selamlıyorum.
Malatya’da, Sn Hasan Hüseyin Gedik’in ofisinde röportaj için buluştuğumuzdaki coşku ve sevgi düzeyinin yüksekliği ile yapılan muhabbeti video kayıt düğmesine basarak sona erdirdim L.
-Sn Düzova toplumumuza kendinizi tanıtır mısınız?
-Ben Doktor Halil Düzova, Malatya, Arguvan, Alhasuşağı Köyü 1969 doğumluyum. Malatya İnönü Üniversitesinde Öğretim Üyesiyim, evliyim, iki çocuk babasıyım.
-Çocuklar kız, erkek...
-Biri erkek , biri kız… Kız Üniversitede, erkek ise lise 2. Sınıfta…
-Hacı Halil Dedenizi hatırlıyor musunuz?
-Hayır, hatırlamıyorum.
- Hacı Halil dedenizin Kaç çocuğu vardı?
- Altı erkek, dört kızı yani toplamda on çocuğu vardı.
- Babaanneniz yani Hayriye Hanımı hatırlıyor musunuz?
-Evet çok iyi hatırlıyorum.
-Sizin gözünüzde nasıl bir bayandı?
-Uzun boylu, mavi gözlü çok güzel ve asil bir bayandı. Hayır işlerini çok severdi.
-Evet, güzelliğini anneme de sordum. ‘’Bakmaya kıyılamaz güzellikte idi.’’ Demişti.
Peki Hacı Halil Dedeniz Hayriye Hanımı nasıl bulup evlenmiş? Ailenin bir bireyi olarak mutlaka yanınızda anlatılmıştır. Bizler de sizden duymak isteriz.
-Dedem bir gün Bırik Köyünde belinde tabancası olan bir bayana rastlıyor. İlgisini çok çeken bayanın Suceyin Köy Muhtarı olduğunu öğreniyor. Düşünebiliyor musunuz, seferberlik zamanı ve beli silahlı bir bayan? Üstelik çok ama çok çok güzel bir bayan... Suceyin Köyünde herkes silah altına alınınca muhtarlık bu bayana kalıyor. Bayan ise bir erkekten de ileri muhtarlık görevini yapabiliyor.
Bu hayranlık duyguları ile bayana ilgi duyuyor ve Suceyin Köyüne gidiyor. Bir de bakıyor ki Muhtar Bayan’ın bir kız kardeşi var ki, Muhtardan da güzel. Ve Hacı Halil Dedemiz hemen ağırlığını koyuyor ve ‘’Ben bu kızı kendime hatun alacağım.’’ Deyip oracıkta Allah’ın emri ile istiyor ve aynı anda atına bindirerek evine getiriyor J.
-Çok ilginç ve de Hacı Halil’e de yakışır bir tavır. Peki Hacı Halil Dedenizin bazı uçarılıklarını da duyduk. Örneğin leğendeki ayran çorbasına ateş ederek, leğeni delik deşik etmesi, bu konuda ne dersiniz?
-Dedem ‘karar geciktirmezmiş’ aldığı kararı hemen her ne pahasına olursa olsun uygularmış. Dedem sıradan biri değil ki. Farkı olan bir kişi… Bu fark da yaşamın çeşitli anlarında ortaya çıkıyormuş.
-İlkokula nerede başladınız?
-Tanımaz’da başladım. İlkokul 3. Sınıf dahil, Alhasuşağı İlkokulunda okudum.
-İlkokula başladığınızda Türkçe biliyor muydunuz?
-Evet biliyordum. Bizim ailede okula başlamadan önce Kürtçe konuşmak yasaklanırdı. Sadece Türkçe konuşulurdu ki Türkçe öğrenilebilinsin. Okulda zorlanmasın diye…
-Vay be!
-Babaanne de Türkmen olunca, Türkçe çok kolay öğreniliyordu.
-Şu anda Kürtçe biliyor musunuz?
-Kürtçe anlıyorum ama pek konuşamıyorum.
Hocam dil kullanıldıkça gelişen bir araçtır, kullanılmayan dil, geriler ve biter. Ben şahsen Kürtçeyi çok az kullandım.
-Okula ilk başladığınız gün, bir çekingenliğiniz olmuş muydu?
- Hayır, asla çekinmediğim gibi heves ile gittiğimi anımsıyorum. Öğretmenin, Kızıklı Hıdır Karakuşu hocanın kızı Nezaket hoca (İstanbul Milletvekili Onur Adıgüzel’in annesi) idi. Matematik derslerine ilgim çok fazla idi. Tek derslikte birleştirilmiş sınıflar aynı anda ders yapıyorduk ve 2. Sınıfların bilemedikleri matematikleri ben biliyordum, bu yüzden de 2. Sınıflar bana çok kızıyorlardı.
-Yani ilkokulda ayrıştınız diyebilir miyiz?
-1. Sınıfta ayrışma başlamıştı. Düzova’daki, şimdi yıkılan okulda iki sene okudum. 3. Sınıfta ise Malatya merkezde Cengiz Topel İlkokulunda devam ettim.
-Malatya’da okula başlaman üzerinde bir etki bıraktı mı?
-Tabi etki bıraktı. Küçük bir köyden büyük bir şehire geliyorsunuz ve küçücük olan dünyanız aniden geniş bir atmosfer ile karşılaşıyor.
-Üzerinizde nasıl bir psikolojik etkileşim bıraktı?
- Çok da büyük bir etkileşim olmadı. Adaptasyonum güçlü idi kısa sürede o büyük görünen atmosfere alıştım. Öğretmenim de Sn. Bektaş Altıntaş idi . Kendileri Karahöyüklü ve hala hayattalar, saygı ve selamet ile anıyorum.
-İlkokul kaç senesinde bitti?
-1980 Yılında bitti.
-Hangi Ortaokul ve liseyi bitirdiniz?
-Kubilay Ortaokulu ve Lisesi
-Tıp fakültesi kazanmak onurlu bir olay, kazandığınızı haber aldığınızda şahsınız ve ailede nasıl bir etkileşim oluşturdu. Biraz detaylandırıp anlatmanız memnuniyet verir.
-Yaz tatillerinde köye gidiyordum ve tarla-bahçe işlerinde çalışıyordum. Sınav sonuçlarının belli olduğunu duyunca Malatya’dan amcaoğluna bir gazete siparişi vermiştim. Gazete geldiğinde de buğday harmanını gece yarısı patosa veriyorduk. Traktör ışığında gazeteye baktığımda tıp fakültesi kazandığımı gördüm
E tabi ben ve aile sevinmiştik ancak çok büyük bir sürpriz değildi. Lise son sınıfta biz dört öğrenci ayrışmıştık. Okul matematik öğretmenlerimiz Sayın Farmil Mert tıp fakültemizi kazanacağımızı bize söylemişti. Gerçekten Ayrışan biz dört öğrenciydik. Öğrenci arkadaşlarımıza örnek olmuştuk onları da sürükleyip ileri alıyorduk. Ahenkli bir ortamımız vardı.
-Hiç yaylada yaşadınız mı?
-Ben yaylada doğmuşum, Sadaka yaylasında
-Sultanseki Yaylasına hiç gitmedin mi?
-Gittiğimizi hayal-meyal anımsıyorum.
Birgün İstanbula gittiğimde kuzenim bana bir vatandaşın beni görmek istediğini söyledi. Yenikapıda bir çay bahçesinde buluştuk. Altmış yaşlarını aşkın şapkalı bir amca geldi. Tokalaştık, sonra şapkasını çıkartı, kafasını eğdi. Bana kafasında ki kırık izlerini gösterdi. Yaptığını beğendi mi dedi? Tabi ben önce bir şey anlamadım. Sonra amca bizim eski yardımcımız olduğunu anladım. Kafasındaki kırık izlerinin benim küçükken attığım taşların izler sonucu oluştuğunu anladık. Yıllar sonra özlem giderdik.
-Küçükken (okul öncesi) kavgacı mıydınız?
- Biraz…
-Okul yıllarınızda kavgacı mıydınız?
-Hayır, gerçekten sakin bir çocuktum, sadece kendimi ezdirmiyordum o kadar…
-Oturduğunuz mahal Dedemde bize miras kalan Alhasuşağı’na bir mezra ve adı Tanımaz… Tanımaz’ın bir tarafından Nahalé Koron(Körolar Deresi), diğer tarafından da Nahalé Gır(Büyük Dere) akar. Yani Tanımaz’ın iki tarafından iki çay akar ve Tanımaz’ın altında birleşirler… Peki bu iki çay ile aranız nasıldı.
Doğal çayırlar, bahçeler ve bostanların olduğu derin bir vadide şirin bir çiftliktir.
-Kahvaltımızı yapınca yazın kaybolurduk, doğru Nahalé Gır’a giderdik. Balık tutardık, Suya girerdik, çok sayıda oyunlar yaratırdık… Kışında evde aşırdığımız ekmek tahtalarını veya oturakların altına naylon geçirir saatlerce karda kayardık. Çok muhteşem günlerdi, güzel günlerdi. Oyun alanımız harika idi. Çocukluğumuz bu açıdan çok güzel geçti.
-Nahale Gır’daki oyun ve diğer etkinlikler ruhunuzda yaratıcılık ve renklilik oluşturdu mu sizce?
-Şöyle açıklayayım, keşke çocuklarımda Nahale Gır’da oynasalardı.
-Hangi tıp fakültesinde okumuştunuz?
-Dicle Tıp Fakültesi 1986 giriş 1992 çıkış…
-Nasıl geçti üniversite yılları?
-Büyük kavgalar oldu, vurulanlar oldu, dağa çıkanlar oldu… Ancak ben ailemden aldığım yapı gereği çoğu olaylara bulaşmadım, dışarıda kaldım.
Özellikle son iki yılımız çok sorunlu geçti. Hizbullah aman vermiyordu, sokakta infazlar oluyordu. Dışarı yalnız çıkamıyorduk. İkişer çıkıyorduk ve iki arkadaş da arkadan takip ediyordu. Korunmaya çalışıyorduk işte…
Ülkemizde maalesef hala da korkarak yaşıyoruz.
-İlk tayin yeriniz neresi?
-Adana, Ceyhan’ın Mercimek Kasabası…
-Orada ne kadar süre çalıştınız?
-İki sene dört ay çalıştım.
-Mercimek’e gittiğinizde evli mi idiniz?
-Hayır, bekar gittim ama Mercimek’te çalışırken evlendim J.
-Eşiniz nereli?
-Adanalı…
-Kaç yıllık evlisiniz?
-21. Yıl…
-Eşiniz çalışıyor muydu?
-Evet, şimdi de çalışıyor. Anlaşıldı mesleğini de soracaksınız. Benim eşim yargıçlık görevi yapıyor.
-Çok güzel bir meslek, çoğu insanın hayali hâkimlik, mutluluğun devamını diliyorum.
-Teşekkür ederim.
-Biraz özel soru olacak ama, hoşgörünüze sığınarak sorayım. Eşiniz ile aranızda kültürel bir çatışma oldu mu?
-Çok az da olsa oldu. Olması da doğaldı çünkü iki ayrı kültürün insanı idik. Ancak her ikimiz eğitimimizden dolayı kazanımımız olan ulusal kültüre odaklandık (ulusal kültürden kastım, Türkiye aydınlarının yaşadığı kültür) ve ulusal kültürü yaşadık. Bu da çok zor olmadı. Kültürel çatışmalı dönem en çok da bizim kuşağa denk geldi. Belki de bir kültürel geçiş kuşağıyız. Kültürel çatışma kaçınılmaz… Örneğin bir batılı ile bir doğuluyu düşünelim. Batılı dana bireysel ağırlıklı bir kültüre sahiptir. Herhangi bir olayı varsa tek olarak göğüslemek durumundadır ama biz doğulular öyle değiliz, daha çok yakın durarak o olayı beraber taşırız. Yani Doğuda daha büyük bir aileyiz, ancak batıda ise ya daha küçük bir aileyiz ya da yalnızız.
Bunun yanında adet, gelenek-görenek, töre, tarihsel olayların bıraktığı izler, coğrafya farkı, iklim farkı… İşte bu farklılıklar farklı kişilik oluşumu, oluşturuyor. Bu farklı kültürlerden evlenen kişilerin bu farklılıklarını bir potada eritmeleri gereği gelip çatıyor. Ve zaman içerisinde, yaşam pratiği ortak müştereklerdeki buluşmaların üzerine kuruluyor. Bu ortak müşterek ise birlikte yaşanılan ülkenin ulusal kültürü olmuş oluyor.
-Çok güzel açıkladınız, çok teşekkür ederim… Ancak bu arada yaşam pratiği asimileci davranmıyor mu?
-Hem bay, hem de bayan için yaşam pratiği asimileci davranıyor diyebilirmiyiz!!! Ancak burada fazlalıklar alınmadan da evlilik birliğini nasıl kuracaksanız. Hem bu tek taraflı baskıcı bir asimilasyon olmadığına, isteğe bağlı olduğuna göre doğal karşılanmalı. Ayrıca iki kültürün bir ailede erişerek birleşmesi de çok önemli bir zenginliktir. Sonuçta kültürel birlik sağlanıyor.
-Kültürel aktarım hakkında neler düşünürsünüz?
-Kültürel aktarım; ata kültürünün kuşaktan kuşağa taşınmasına denir. Ancak bu taşınma oranı her ülkede veya kültürde aynı oranda olmaz. Örnekleyecek olursan. Bir Norveç’teki kültürel aktarım ile bir Türkiye’deki kültürel aktarımın yoğunluk olayı aynı değildir. Şöyle ki; gelişmiş ülkelerde kültürel aktarım daha cılız (hafif, az)dır.
Kültürel aktarım gerçekten çok önemlidir. Atalarımızın yüzlerce ve hatta binlerce yılda , yaşayarak oluşturdukları kültürü ileriye taşımak , onu sahiplenmek, kazanımdan yararlanmak güzel şeyler. Kültür kişilik oluşumu ve yetenek gelişiminin kaynağıdır. Kişi kültüre kana kana doymalıdır. Yanı kültürü ile bezenmeli O KÜLTÜR Kİ; doğa ile toplumun temasından oluşan sosyal bir olgudur. Öyle ise yüz veya bin yılların DOĞA-TOPLUM teması kazancını asla ve asla yok sayamayız.
-İnsanoğlu çok mu akıllı?
-Bazen hiç de değil, bazen bir eşek kadar bile değil. Örnek vereyim. Bir eşeği çamurlu yerden geçirmek çok zordur. Hele hele ikinci kez geçirmek imkânsız gibidir. Ancak biz insanlar 1. Dünya Savaşında 20 milyon insan öldürdük. 2. Dünya Savaşında ise 70 milyon insan öldürdük. Buyrun…
-Etmi/Etmaneki Aşiretine dönecek olursak, feodalizm gereği ağalarımız da var. Ancak, aşiretimiz ağalarının bir özelliği varki toprakları yok ya da Güneydoğu Anadolu bölgesinde ki kadar çok değil. Tek zenginlik kaynakları besledikleri keçilerin bir miktar fazlalığı. Ben bunlara ağa diyemiyorum. Bunlar ancak aşiret reisi diye biliyorum.
Sizin bu konuda bir görüşünüz vardır sanırım. Varsa sizi dinleyelim.
-Toprakları var. Bakma sen sizin köyün toprağı az olabilir. Ancak ağaların toprağı var.
-Hani nerede? En çok Gül Ağa amcanın toprağı vardı. Onu da sattığı zaman 200 dönüm olduğunu öğrendik. 200 dönüm toprak ile ağalık olmaz. Ağanın marabası olmaz mı? Var tabi ki ama Şener Şen filmlerindeki kadar kalabalık değil….
-Örneğin dedelerimizden Ali Ağa, Osmanlı İmparatorluğu zamanında ağalık yanında kırkserdarlık da yapıyor. Okulu var, zindanı var… Bizim köyün eski neslinde okuryazar çok, köydeki okulu bitirip dışarıda yüksek tahsil yapanlar da var. Örneğin. Gökağaç Köyünden Medhi Kayabalı var. 1900 yılında İstanbul’a çalışmaya giden Gökağaçlılarla beraber İstanbul’a gidiyor ve orada Kara Harp Okuluna yazılıyor, okulunu bitirmeden Çanakkale savaşına katılıyor. Sonra esir düşüyor. Daha sonra da Türkiye ye dönebilme fırsatı yakalıyor. 1957 yılında kurmay olmadan orgeneralliğe yükseltiliyor. Mersin’de Orgeneral Medhi Kayabalı Caddesi var. Bu paşanın oğlu Prof. Dr. İsmail Kayabalı hoca Prof. Dr. Sezai YILMAZ yetişmesinde büyük emeği var. Sonra Sezai ve ekip arkadaşları üniversitemize Karaciğer nakil merkezini kurdular. Yani şunu diyebilirim ki, dünyadaki en iyi karaciğer nakli merkezi sahibi…
Ali Ağa kırkserdarlığı döneminde Etmi/Etmaneki Aşiret kolu Atmé Jor’un , tartışmasız en güçlü insanı yani ağası.
-Etmi/Etmaneki Aşireti, Atmé Jor Kolu’nun çok parlak bir dönemi vardır. Bu dönem 1736 yılında Kürne Ağası Avasoğlu’nun oğlunun Divriği Bolluca tuzlasında Divriğililerce öldürülmesinden sonra, Avasoğlu’nun siyah bayrak ile Atmé Jor’a gelmesi ve intikam alınması için yardım istemesi ile başlar… Eski Kürt geleneğinde siyah bayrak ile bir yeri ziyaret etmek ‘’Üzerime dağ devrildi, beni bu dağın altından çıkarın ‘’ anlamında ‘yardım çağrısı işareti idi. Avasoğlu’nun yardım çağrısına olumlu cevap verilmiş ve 1736 ve 1737 de olmak kaydı ile Divriği’ye iki defa saldırılmıştır. Bu saldırılarda kan dökülmüş ve Divriği Kadısı da her iki baskını Osmanlı sarayına şikâyet dilekçesi ile bildirmiştir. 1376 yılında Osmanlı Askerleri ile olan çatışmada asker yenilip geri çekilmiştir. İkinci (1376) Divriği baskınından sonra ise Saraydan Atmé Jor’a ‘’VUR EMRİ’’ çıkıyor. Zamane Divriği Kadısının anlatımına göre ‘’Osmanlı hem atlı , hem piyade ile çok güçlü geldi. Bunun üzerine Atmé Jorlular ; dağlara, mağaralara, ve çalı arkasına saklandılar. Asker vuracak kimse bulamadığından geri çekip gitti…’’
Bu olaylarla adını çevreye duyuran Aşiret Kolu; Divriği, Arapgir, Hekimhan, Arguvan, Keban ve bazı diğer yerlerde çekinilen, ürkülen, ‘saygın’ ve devletin çözemediği olayları dahi çözen bir statüye kavuşmuştur. Bu seyir 1847 yılında Leylek Dağında Dréjanlılarla yapılan çarpışmada doruğa ulaşmıştır.
Leylek Dağı Olayında en büyük kahramanlık , tartışmasız Alxaslı Xalli Raş (Kara Halo)’ındır. Bu parlak dönem 1962 yılı, Rıfat Ağa’nın Dıréjanlılarca öldürülmesine kadar devam eder.
Xalli Raş ise Sn. Halil Düzova’nın dedelerindendir. Rıfat Ağa da amca dedelerindendir.
Demek istediğim o ki; Alxasların Atmé Jor üzerinde emekleri en çoktur.
-Gelenek göreneklerimiz hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
-Bir gelenekten bahsetmek istiyorum. 1975 haziranı olsa gerekti. Su uyuşmazlığı ve kız alma meselleri üzerine birbirine kardeş Hacı Halil Ailesi ile Mehmet Rıza Ailesi birbirine silahlarla saldırdı ve yaklaşık çatışma yarım saat sürdü 29 yaralı vardı. Kavga durdurulmaz durumda iken babamın küçük amcası Kemal’in eşi başörtüsünü araya atması ile silahlar sustu.
Yıllar sonra eşimin Akçada’ğda hakimlik yaptığı yıllarda teftişe gelen adalet müfettişi Erhan ÖZEN’ beyin anlattığına göre, o olay Hürriyet gazetesinde sürmanşet haber olarak çıkmış.
-Belki de orada hazır bulunan bütün güçlerin durduramayacağı bir silahlı çatışmayı yaşlı bir kadının başörtüsü durdurabiliyor. Evet bu bir Kürt geleneğidir. Ancak bu olay aşiretimizde ciddi değişimlere neden olmuş. Şehire göç hızlanmış ve feodal yapının zayıflamasına neden olmuştur
-Katılıyorum bir Kürt geleneğidir. Ayrıca Kürtler yaşlı, hasta ve çocuklara dokunmazlar, katliam yapmazlar.
-Evet, ben de size bu konuda katılıyorum. Bir katliam örneğini kimse gösteremez.
Atma ve Dıréjan Aşiretleri arasında 1820 ile 1855 yılları arasında, aralıklı olarak çeşitli büyüklü küçüklü boyutlu çatışmalar olmuştur. Bu olaylar dedelerimizden bizlere sözlü olarak aktarıldı.
Her savaşın sonu mutlak bir barıştır ve de bu değişmez bir sonuçtur. Sonunda, bir gün Atma Ağası Ahmet Ağa iki yaveri ile Dıréjan yayacasına giderek barış isteğinini sunmuş, Dıréjan Aşireti de bu isteğe bir aşiret geleneğine uygun şereflilikte cevap vermiştir. Dıréjan Aşiret Reisi iki torununu Ahmet Ağa’nın kucağına koyarak kirvelik gibi yüce bir statü ile karşılık vermiş ve gerçek bir barışın olmasına en büyük katkıyı sunmuştur.
Ancak, evet ancak 1962 yılında Dıréjanlı Aşiretlilerin Amca Dedelerinizden Kel Rıfat Ağa’yı öldürmeleri, iki aşiret arasındaki, uzun süreli barışı sona erdirmiştir.
Sonuç olarak, Kel Rıfat Ağa ile aynı aileden olmanız münasebeti ile sağa sola sapmadan, birinci ağızdan, birincisi olayın oluş şeklini, ikincisi olayın sonucu hakkında şahsınızdan bilgi almak isteriz. Buyrun Sn. Düzova söz sizin…
-Olayın çok ince ayrıntılarına girmek istemem. Olayın çok ince ayrıntılarına girebilmek için bir de Dıréjanlı aileden birilerinin olması gereğine inanıyorum. Ancak kalın çizgileri ile aktaracak olursam, olayın oluş sebebi bir arazi meselesidir. Arazi üzerinde uyuşmazlık vardır. Uyuşmazlık meselesi araziyi Kel Rıfat Dedemiz sürmek üzere traktör üç adamı ile tarlaya girince, Dıréjanlı Aşiretlileri saldırırlar ve kısacak aktaracak olursam, olayda Kel Rıfat Dedemiz linç edilerek öldürülür.
Olayın oluş şekli yukarıda bahsettiğim gibidir.
Olayın sonlanış biçimine gelince; Hacı Halil Dedem ve diğer Atma Aşireti ileri gelenlerinin çağrısı ile, Aşiretin her köyünden olmak üzere 500 kişi ile toparlanarak intikam için yola düşerler.
Kel Rıfat Dedemizin oğullarından Kazım Yücel Amcamız o zaman hakim ise (eski Gaziantep ve Bakırköy Başsavcılığı) da intikam için giden kalabalığın önünü kesiyor ve herkese hitaben bir konuşma yapıyor.
Kazım Yücel Amcamız, bize ulaşan duyuma göre şöyle bir konuşma yapıyor;
‘’Öldürülen Babam’dır, ateş bizim evimize düşmüştür, oysa sizler aşir olmanız geleneği/kültürü ile bin yılların kan davası olayını gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Kan davası çağımız insanın yaşam biçimi ile uyuşmaz, kan davaları, çağımız yaşam biçimi karşısında işlerliğini kaybetmiş, ilkel bir duruma düşmüştür. Kan davaları müeyyidesini doldurmuştur. Kan davaları yeni kanlara davetiye çıkaran davalardır. Kan davaları sonu gelmez insanı, insana kırdırma davalarıdır.
Kan davalarını red ediyorum.
Ben bir yargıç ım. Babamın davasını hukukun elverdiği oranda gücüm yettiğince müdafaa edeceğim.
Size gelince; eğer babam ve ailemizin iyiliğini, huzur ve onurunu düşünüyorsanız ki buna şüphem yoktur. Evlerinize gidiniz. Bir duanız bizim için yeterlidir.
Hiç birinizin ısrarı beni ve ailemi kararımızdan geri çevirmez.
Sağ ve varolun, hepiniz baş tacısınız…’’
Evet Kazım amcamızın intikamcı topluluğa hitabı bu mealdedir.
-Kazım Yücel’e rahmet okuyorum. İki aşiret arasında devrim sayılacak bir karar ile töre değiştirdi. İşte büyüklük acıyı içebilmekte.
Sn. Düzova o davanın sonuçları hakkınızda bir bilginiz varsa duymak isteriz.
-Yedi (7) kişiye çok ağır cezalar veriliyor. Ayrıca asıl büyük barış yapılıyor. Kız alma, kız verme ve kirvelik ile ilişkiler olumlu yönde pekiştiriliyor.
Ve hayat ediyor.
-Böylece Aşiret yakın tarihindeki önemli olaylardan birini de aydınlatmış oldunuz. Aydınlık içinde kalın…
- Bizler Etmi/Etmaneki Aşireti’ni, demokratik kitle örgütlü temelde bir araya getirmeye çalışırken asla feodalitenin mutlak üstünlüğünü ve de onun bir gereği olan –ağalık kurumunu yüceltmeyi düşünmüyoruz . Asla öyle bir kaygımız yoktur ve olamazda… Enternasyonalizmin ayak seslerinin duyulduğu günümüzde böyle düşünmek aptal olmakla eşdeğer olduğuna inananlardanız. Ancak, feodalizmin binlerce yıllık sürecinden bizlere KÜLTÜREL AKTARIM yolu ile kalan güzellikler yok mu?
-Sn. Hocam, birincisi öyle Enternasyonalizmin ayak seslerinin duyulacak kadar yakından geldiğini sanmıyorum. Böyle bir sanış Emperyalizmin bu günkü gücünü küçümsemek olur. Emperyalizm çok güçlü ve daha çok uzun bir süreçte de egemen olacağına inanıyorum. Yani sizin kadar iyimser değilim bu konuda…
-Hani ‘’Emperyalizm kağıttan kaplan’’dı.
-Karl Marx’ın 1850’li yılları değil bu yıllar. Birçok analizi günün koşullarına göre yinelemek ve ona göre sonuçlara varmak doğru olur inancındayım.
-Bence Emperyalizmin sonunu getirecek olan üretim araçlarının gelişimidir. Günümüzdeki üretim araçlarının gelişimi Karl Marx’ın öngörüsünden de hızlı.
Bu arada konumuzun dışına çıktık.
Atmani Vakfı yolu ile tüm Etmileri yakınlaştırmak yani akrabalık bağını güçlendirmek sizce nasıl bir sonuç doğurur?
- Bence güzel bir sonuç doğurur. Akrabaların demokratik kitle örgütlenmesi temelinde bir araya gelmeleri demokratik bir hak olup, bu hakkın kullanılması durumunda da sosyal, eğitsel, kültürel konularda asli bir dayanışma doğuracağından ummadığımız oranda yararlar sağlayacaktır. Kişilerin bireysel gayretleri hiçbir sonuç doğurmaz ama kişilerin belli bir amaç etrafında örgütlenerek güçlerini birleştirmeleri muazzam bir güce dönüşür. İşte o büyük güç de çok sayıda amacın gerçekleşmesine zemin hazırlar.
Ben şahsen Atmi akrabaların bir araya gelerek örgütlenmelerinde hiçbir olumsuzluk görmüyorum. Bunun yanında sayısız yararlar sağlayacağı kanısındayım. Aşiret adı altında örgütlenmek bazı arkadaşlarımızda/akraba hemen feodalizm ve ağalık kurumunu getiriyor. Ağalık bir feodalizmin zorunluluğudur. Ve feodalizm de bir daha gelmeyecektir. Toplumsal sistemler buna asla izin vermez. Bu gün, dünün gelmesine izin vermez, aynı derede aynı suya iki kez girilmez. Bu durumlar doğal ve de kesin olgulardır…
Biz çok büyük bir Atmani Ailesiyiz. Bizim tabiki birleşmemiz lazım. Birleşmemizin yegane yolu da demokratik örgütlenmedir. Geçen Baharda, Maraş Atmalılarından olan Prof. Süleyman Ganidağlı ile bu konuda bir sohbetimiz oldu. Atmi Aşireti hakkında örgütlenmeden bahsettiğimde, ‘’Feodaliteyi çağrıştırmaz mı?’’ diye kaygı belirtti. Ancak niyetler hakkında açıklama yapınca da olumlu kanaat belirtmekten çekinmedi. Kimselerin, öğrenci okutmaya katkı sunmaktan, sosyal yardımlaşmadan, kültürel etkinliklerden kaçınacağını sanmıyorum.
-Prof. Sn. Süleyman Ganidağlı’yı ben de telefon ile aradım. Sanırım sizin görüşmenizden sonra olacak ki çok olumlu davrandı ve hatta ‘’Yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin! ‘’ Dedi. Yani insanlara gerçek anlatılınca sorun kalmıyor.
Sn. Düzova; örgütlenmenin başlangıcındayız. Baştan yapılacak çeşitli hatalar, ileride onarılamaz yaralar açar. Bu açıdan soruyorum size; Aşiretimizin bir aydını olarak hata yapmamak veya en az hata ile yola devam edebilmemiz için bizlere bir öneriniz var mı?
Benim önerim şu olur; ‘demokratik olun, tıkanmalarla karşılaştığınızda demokrasiyi cesaretle demokratik çözümler üretin.’ Bunun için Vatikan örneğini verebiliriz. Daima en iyisini ararlar ve bulmak için de demokratik süreç işletirler.
-Yani ‘beyaz duman arayışında olun’ demek istiyorsunuz.
-Kimse vazgeçilmez değildir. Ayrıca birileri yönetimde çok uzun dönemler kalarak kurumu tüketmemeli. Kurum daima yenilenmeli, taze ruhlar ortalıkta dolaşmalı. Bazı emek veren kişilerin bu konuda ön açıcı olmaları fedakarlık yaparak yerlerini yeni yetişen genç ve dinamik yeteneklere terketmeli…
-Teşekkür ederim Sn. Düzova, çok da güzel anlattınız ve de şu ‘taze ruhlar’ vurgunuz çok çok önemli. İnşallah kısa süreli bir zaman sonra yapacağımız geniş bir toplantıda bu konuyu kurumumuz üst düzey yöneticilerine anlatırsınız. Bu anlatımın fayda getireceği kanısındayım…
Evet Sn. Düzova, başka bir öneriniz yok muydu?
-Naçizane önerilerimden biri de ARŞİV olur. Atmi Aşireti’nin bundan böyle arşivi olmalı ve çok da güzel muhafaza edilmeli.
Sözel aktarım dönemi sona ermiştir. Atalarımız KÜLTÜRLERİNİ sözel anlatımlarla AKTARIM yolu ile bize kadar ulaştırdılar. Bundan sonrası için YAZILI ARŞİV ÇOK ACİL OLUŞTURULMALI. Hatta arşiv hazırlanması olayı bu durumda bir hayli gecikmiş bile sayılır. En az 50 (elli) sene önce arşivleşme başlamalı idi. Ancak ‘zararın neresinden dönülürse kardır’’ hesabı ile hareket edip çok hızlı arşivleşmeli.
Kültürümüz ACİL olarak kayıt altına alınmalı.
Kılamlarımız, ağıtlarımız, aryalarımız, folklorumuz, masallarımız, hikayelerimiz, kıssalarımız, deyimlerimiz, tükenmek üzere olan sözcüklerimiz, atasözlerimiz, çocuk oyunlarımız, gençlik oyunlarımız, görsellerimiz, (tiyatro ve diğer gösteriler), adet, gelenek- göreneklerimiz, tarihçemiz, özel günlerimiz ÇOK ACİL OLARAK, ÖZENLE KAYIT ALTINA ALINMALI….
-Yüreğinize sağlık Sn. Düzova, olmazsa olmazları söylediniz. Sağ ve varolun. Ben şahsen Mehmet Ali Çabuk olarak çevre edinirken şahsınızdan çok yararlandım. Bana çok sayıda adres ve telefon vererek çok sayıda insanımıza ulaşmamı sağladınız. İleride de Atmani Vakfına sayısız yararlarınızın olacağına inanıyorum.
Sn. Düzova, Aşiret Hukuku hakkında düşüncelerinizi almak isterim.
Aşiretlerde davalar yereldir. Bir başka deyiş ile davalar, merkezi otoritenin dışındadır.
Örnek verecek olursak, Ali Ağa döneminde Aşiretin nezarethanesi bile vardır. Acil durumlarda varsa bir olay suçlusu nezarethanede korunmaya alınır, ta ki konu hakkında aşiret ruspileri karar alıncaya kadar.
Alınan kararlar TOPLUM VİCDANLIDIR. Yani karara o yaşanılan toplumun ortak vicdanı ile damga vurulur.
Toplum vicdanına asla ve katta kimse itiraz edemez. Çünkü toplum vicdanı gerçek adaleti yansıtır.
Ben Ceyhan’da görevli iken, Kızıldere diye bir köy vardı. Kızıldere Köyü’nde en az yüz (100) senedirki tüm davalar ‘TOPLUM VİCDANI’ ile görülür ve asla devletin mahkemelerine gidilmezmiş.
-Değindiğiniz konu çok önemli, detaylala işlenecek bir konu olduğuna inanıyorum. Ben şahsen 1957 yılından bu yana olan zamanı hafızamda taşıyorum. Benim Köyüm GOÇARYON’da da tüm davalar ORTAK TOPLUM VİCDANI ile görülürdü. Ben bu davaların çok sayıdaki tanıklığını da yaptım.
Yaptığım röportajlarda, Ağrı’da, Kasrik’te Maraş ve Antep’te de mahkemelerin TOPLUM VİCDANI ile görüldüğünü çok iyi biliyorum.
Sn. Düzova, Kurulacak olan Atmani Vakfında HUKUK KOMİSYONU da olacak ve de atalarımızdan bize miras kalan TOPLUM VİCDANLI davaların görüleceği düşüncemize ne dersiniz?
-Sn. hocam, sizler bir an önce Atmani Vakfınızı kurunuz. Bu çok önemli bir ihtiyaç, şuna inanıyorum ki arkası çok iyi gelecektir. Vakıf çok önemli bir ihtiyaç ve mutlaka kurulmalı ve de en mükkemel tarzda da işletilmeli.
-Kuruluş aşamasında bir çok zorlukla karşılaştık. Örneğin kuruluş çalışmalarımızı baltalamaya çalışanlar oldu?
-Neden kuruluş çalışmalarını baltalasın ki hocam?
-‘’Benim dediğim olsun, benim inancımla paralellik olsun, benim düşüncem siyasal görüşüm egemen olsun, ben olursam olur, olmazsam olmaz…’’ Gibi gerekçelerle sıkıntılar yaşadık.
- Yine de ‘gelsinler ve de çalışmalara katılarak kendilerini ifade etsinler’ derim. Koca bir ailede ayrı düşüncelerin olması çok doğal.
-Ama ‘’gelme’’ diyen yok ki, küsmeler oluyor.
- Yine de katılımın çok ve de renkli fikirlerle olması demokratik olmanın bir gereğidir. Ancak illaki uzaklaşmak isteyene de uygulanacak bir yöntem yoktur.
Ben olsam, inaç ve düşünce farklılığı işleyenlere derimki; ‘’dinler oluşalı kaç yıl olmuş’’ buna cevap, 5-6 bin yıl olacak. Peki ‘’sağ ve sol düşünceler ne zaman belirginleşti?’’ buna da cevap 1789 yılı ve de 250 sene diyecekler. Son ve en önemli sorumuzu sorarız; ‘’insan ve insanlık doğalı kaç yıl oldu?’’ buna da ‘’ en az 1.2 milyon yıl diyecekler. Bu durumda bende derim ki ‘’Öyle ise inanç ve düşünce farklılıklarını bırakalım ‘’İNSANİYETTE BULUŞALIM’’ derim…
Her şeye rağmen güzel olacağı inancındayım.
‘’Hayırlı olsun.’’ Derim…
-Son bir söyleyeceğiniz varsa buyrun Sn. Düzova…
-Teşekkür ederim.
- Güzellikler barındıran, güzel bir söyleşi idi. Ben teşekkür ederim.
NOT: İzlenim; Bu röportaj, dost insan Hasan Hüseyin Gedik’in Malatya’daki ofisinde yapılmıştır. Sn. Hasan Hüseyin Gedik’e teşekkür ederim…
Röportaj arasında Sn Halil Düzova’nın çok güzel ve de çok nazik kızı/kızımız ile tanışma onurunu yaşamak, çok güzel bir duygu idi.
Ben ofise varır varmaz Malatya Dernek Başkanımız Sn. Mehmet Ali Başıböyük ziyaretime gelmiş ve karşılamıştır. Sn. Başıbüyük herkese ilgili bir insandır, röportaj boyunca bizleri yalnız bırakmamış varoluşu ile pozitif rol almıştır. Röportajdan sonra da beni Malatya şehir içinde gezdirerek bazı Aşiretli esnafımız ile tanıştırmıştır. Kendilerine teşekkür ederim…
röportaj/Mehmet ali çabuk
Eylül-2015
-etmi/etmaneki aşireti, atmé jor kolunun çok parlak bir dönemi vardır. bu dönem 1736 yılında kürne ağası avasoğlunun oğlunun divriği bolluca tuzlasında divriğililerce öldürülmesinden sonra, avasoğlunun siyah bayrak ile atmé jora gelmesi ve intikam alınması için yardım istemesi ile başlar eski kürt geleneğinde siyah bayrak ile bir yeri ziyaret etmek ‘üzerime dağ devrildi, beni bu dağın altından çıkarın ‘ anlamında ‘yardım çağrısı işareti idi. avasoğlunun yardım çağrısına olumlu cevap verilmiş ve 1736 ve 1737 de olmak kaydı ile divriğiye iki defa saldırılmıştır. bu saldırılarda kan dökülmüş ve divriği kadısı da her iki baskını osmanlı sarayına şikâyet dilekçesi ile bildirmiştir. 1376 yılında osmanlı askerleri ile olan çatışmada asker yenilip geri çekilmiştir. i̇kinci (1376) divriği baskınından sonra ise saraydan atmé jora ‘vur emri̇ çıkıyor. *********** tarihlerde bir karışıklık mı var acaba?