HASAN VE HÜSEYİN KERBELA OLAYI

Ali’nin camide namaz kılarken Haricilerden bir kişinin saldırısı sonucu yaralanıp, ardından vefat etmesi Ali ile Muaviye arasındaki iktidar çekişmesi, daha geniş pencereden söylemek gerekirse, Haşimiler ile Emeviler arasında çözülememiş olan hilafet sorunu büsbütün Emeviler, dolayısıyla Muaviye lehine gelişir.

HASAN VE HÜSEYİN KERBELA OLAYI
HASAN VE HÜSEYİN KERBELA OLAYI

Kazım Eroğlu Araştırması

2. İmam Hasan:

 Ali’nin camide namaz kılarken Haricilerden bir kişinin saldırısı sonucu yaralanıp, ardından vefat etmesi Ali ile Muaviye arasındaki iktidar çekişmesi, daha geniş pencereden söylemek gerekirse, Haşimiler ile Emeviler arasında çözülememiş olan hilafet sorunu büsbütün Emeviler, dolayısıyla Muaviye lehine gelişir. Muaviye iktidar koltuğunda artık rakipsiz gibidir. Suriye’yi elinde bulunduran Muaviye iktidarını tüm Arap-İslam coğrafyasına yaymak için harekete geçer.

Muaviye karşısında pek de güçlü olmayan Haşimiler, Ali’nin vefatıyla da iyice güçten düşerler; çevreleri de gittikçe daralır. Ali’nin ölümünden sonra Kufeliler, Hasan’a biat edip onu halife olarak tanısalar da Muaviye’nin baskısı karşısında kararlı bir biçimde bunun arkasında pek durmazlar. Bu durum da göstermektedir ki, Kufeli feodaller bunu Muaviye’ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmak istemektedir.

Muaviye’nin elindeki askeri ve mali güç Hasan’a da geri adım attırarak bir anlaşmayla halifelikten vazgeçmesi sağlanılır. Hasan ile Muaviye arasında yapılan 5 maddelik anlaşmanın Muaviye tarafından Hasan’a teklif edildiği[1]söylense de bunun doğruluğu tartışılır. Gerek Hasan’ın içinde bulunduğu durum, gerekse antlaşma maddeleri göstermektedir ki, Muaviye’nin Hasan’ı halifelikten vazgeçip biat ettirmeye yönelik baskısı sonucu Hasan bu öneriyle bir çıkış aramaktadır; ki Hasan’ın getirdiği muhtemel aşağıdaki öneri Muaviye’yi özel bir yükümlülük altına sokmadığı gibi, her an hükümsüz de kılabileceği bir anlaşmadır. Muaviye’nin “Ben Hasan’la bazı şartlara uyacağımı vaat ederek uzlaştım; ama o şartların hepsi de ayağımın altında; onların hiçbirini yerine getirmeyeceğim”[2]

sözleri de durumu izah etmektedir. Yapılan antlaşma şu koşulları içirmekteydi:

1. Halk, Kuran’a ve Peygamber sünnetine uygun yönetilecek.

2. Ali yandaşlarına kötülük edilmeyecek.

3. Hz. Ali’ye kötü söz söylenmeyecek.

4. Hak sahiplerine, Cemel ve Sıffın savaşlarında ölenlerin çocuklarına haraç malından pay verilecek.

5. Muaviye’nin halifeliği tanınacak, ancak kendinden sonra yerine birini tayin etmeyecekti.

Ali, halifelik için gönülsüz olurken, Hasan’ın bu konuda tüm olumsuzluklara karşın istekli davranması beklenilemezdi. Hasan Kufeli eşrafın tutarsızlıklarını, ikili davranışlarını görerek, başlangıçta kabul ettiği halifelikten sıyrılmaya çalışmış olmalı. Esasında Ali’nin dönemine kadar büyük oranda Haşimi ve Emevi ekseninde cereyan eden iktidar çekişmesi, Ali’nin vefatından sonra Haşimilerin gitgide güç kaybetmelerine paralel olarak Şam’da üslenmiş olan Emevi hanedanlığı ile Irak, İran ve Mısır’da palazlanmaya başlayan feodaller arasındaki iktidar kavgasına dönüşüyordu. Ama Ali soyu, iktidar oyununda kullanılan bir potansiyel olarak her dönem önemle yerini korumaktaydı. Bunun için de Emeviler döneminde olsun Abbasiler döneminde olsun takibata uğramakta, göz hapsine alınmakta ve durumundan şüphelenilen ise katledilmekteydi. Bunların başında da 2. İmam Hasan gelir. İktidardan vazgeçmiş olmasına karşın Muaviye kendisinden çekindiği Hasan’ı öldürtmekten geri durmamıştır. Daha kötüsü Ali soyunun, Muaviye’nin oğlu yezit tarafından tam bir katliama tabi tutulmasıdır. 

Emevilere karşı ezilen, sömürülen halk muhalefeti zaman zaman bağımsız sınıfsal karakteriyle ortaya çıksa da, genel olarak kimi feodal güçlerden beslenmekten kaçamadıklarını söyleyebiliriz.

Emevilere karşı yürütülen tüm muhalefet hareketlerinin Ali soyunu kendi davaları için kullandıklarını ya da kullanmak istediklerini görüyoruz. Ali soyunun Emevi ya da Abbasi İslam halifelerince sürekli bir gözetim ve baskı altında tutulmasının temel nedeni bu olsa gerek. Hasan’da Ali’nin oğlu, peygamberin torunu sıfatıyla Kufelilerce isminden yararlanılmak istenmiştir. Bir yere kadar da Ali için bile bunu söylemek olası. Ancak Ali kendi halifeliği döneminde pek taviz vermediği için Kufeli feodaller istediklerini elde edemeyip Ali’ye karşı cephe oluşturacaklardı, diğer yandan Ali yoksul kesimleri de kaybetmişti.

 

3. İmam Hüseyin ve Kerbela Olayı:

 

Hüseyin, Ali ve Fatıma’nın 2. oğludur. Doğum yılı 626 olarak verilir. Hüseyin’in soyu, hasta olduğu için Kerbela kırımından kurtulan 4. imam olarak bilinen Zeynel Abidin’den devem etmiştir. Hüseyin, ağabeyinin Muaviye ile yaptığı anlaşmaya gönlü razı değildir Hasan’dan nedenini öğrenmek ister. Buna Hasan’ın yanıtı;

“Bundan önce baban Ali’nin uzlaşmasına sebep olan şey buna da sebep oldu”[3]

Şeklindedir. Bu da kendi askerlerinin (taraftarlarının) böyle bir uzlaşmayı kendilerine dayattığı anlamına geliyor. Muaviye ile yapılan uzlaşmayı uygun bulmayan ve kendisine bu antlaşmaya uyulmamasını ve savaşmayı teklif edenlere Hüseyin şu yanıtı verir;

“Muaviye sağken susup oturan evlerinizde; andolsun ki bu, benim de istemediğim bir şey; Muaviye ölünce düşünürüm; siz de düşünürsünüz; bakalım ne olur.”[4]

Öyle görünüyor ki, Hüseyin daha o günden itibaren kendini bir savaşa hazırlıyor. Ancak, Hasan’ın Muaviye ile yapmış olduğu anlaşmayı bozmanın yanlış olacağını söyleyerek Muaviye’nin ölümünden sonra olayı değerlendirmek gerektiğini, savaşı da o zaman gündeme getirebileceğini dile getirir. Hüseyin’in Muaviye’ye biat etmediğini de belirtelim.

Muaviye Hasan ile yapılan antlaşmaya uymaz; kendi yerine oğlu Yezit’i veliaht olarak atamak ister. Bunun için, Şam ve Irak’ın ileri gelen eşrafına adamlarını göndererek oğlu Yezit için biatlerini alır. Medine de ise, başta Hüseyin olmak üzere Yezit’e biat vermeyenler vardır, bunu sağlamak için de bizzat kendisi Medine’ye gider. Medine’ye gelen Muaviye ama iyilikle, ama baskı ve tehdide başvurarak oğlu için biat almaya çalışsa da, Hüseyin’in ve Haşimilerin, Ebu Bekir oğlu Abdurrahman’ın, Ömer oğlu Abdullah’ın, Zübeyr oğlu Abdullah’ın biatlerini alamaz.

Muaviye öldükten sonra oğlu Yezit halifeliği alır almaz, akıl hocalarının da tavsiyesi üzerine Medine Valisi Velid’e haber göndererek Hüseyin’in biatının alınmasını, aksi durumda öldürülüp kafasının kendisine gönderilmesi emrini bildirir. Velid, Hüseyin’in biat etmeyeceğini ve kendisinin de Hüseyin’i öldüremeyeceğini düşünerek Hüseyin’e, Medine’den ayrıl git, der gibi mektubu Hüseyin’e göstererek durumu kendisine bildirir. Hüseyin’in ayrılmasına fırsat verdiğini düşünen Yezit de Velid’i görevinden alır.

 Medine’de fazla kalamayacağını anlayan Hüseyin Medine’den ve Basra’dan kendisine katılan az sayıda dostlarıyla birlikte Mekke’ye geçer ve Mekke’de örgütlenmeye, kıyama hazırlanır. Bu arada Yezit’in hilafetinden memnun olmayan Küfeliler de Hüseyin’e, kendisine biat eden ve hilafet için yardım edeceklerini açıklayan mektuplar göndererek, kendisini Küfe’ye davet etmekteydiler. Bunun üzerine Hüseyin, durumun araştırılmasını ve gelişmeler hakkında kendilerinin bilgilendirilmesi istemiyle amcası Akıyl’in oğlu Müslim’i Küfe’ye gönderir.

Küfeye gelen Müslim, Küfelilerce iyi karşılanır; Hüseyin adına kendisine biat da ederler. Müslim, bu gelişmeleri Hüseyin’e bildirir. Gelişmeleri öğrenen Küfe valisi Ubeydullah b. Ziyad Küfelileri baskı altına alarak onları Hüseyin’i desteklemekten vazgeçirmeye çalışır. Kimini hapse atar. Ziyad’ın, gerek baskı ve tehdidi gerekse Küfeli eşrafa sunduğu maddi vaatler, etkisini gösterir; Küfelilerden Hüseyin’i destekleyen fazla kimse kalmaz. Müslim’i de Ziyad’a teslim eden Küfeliler, Ali’ye, Hasan’a ihanet ettikleri gibi bu kez de Hüseyin’e ihanet etmekten geri durmamışlardır.

Peki, Ali’nin sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla durmadan dert yandığı, onca yergide bulunduğu ve olmadık beddualar ettiği, Hasan’ı halifeliğe getirip ardından Muaviye’ye teslim eden ve Hüseyin’i destekler gözüküp sonra da cayan ve bir bakıma da Kerbela katliamının yaşanmasına sebep olan bu Küfeliler kimdir?

Küfe, Halife Ömer döneminde uç ordugah olarak kurulan bir şehirdir. Sasaniler ile yapılması kaçınılmaz bir savaş öncesinde Arabistan’dan birçok Arap kabileleri getirilerek buraya yerleştirilmişti. Küfe’nin çevresi de verimli topraklara sahipti. Küfe o dönemden itibaren giderek idari, ticari ve kültürel merkez haline gelmeye başlayacaktı. Ali, halife olunca başkenti Medine’den Küfe’ye taşır. Küfe İslam coğrafyasının merkezi konumunda olan bir bölgedir. İran’a, Anadolu’ya, Suriye’ye ve Mısır’a uzanan bir alan üzerindedir.  Dolayısıyla İslam Devletinin genişlemesine paralel, Askeri ve siyasi bakımdan avantajları göz önüne alınarak düşünülmüş olmalı. Başkentin Medine’den Küfeye taşınması doğal olarak Medine’nin önemini azaltırken, Küfe’nin önemini ve kıymetini artırıyordu. Bu durum, o kentte yaşayan toplum için de önemli derecede maddi ve manevi kazanç anlamına gelir. Bundan dolayı da aslında Küfeliler Ali’ye minnettarlık duyuyorlardı. Ve her şeye karşın Ali en büyük desteği yine de Küfelilerden almaktaydı. Küfe Şam arasındaki rekabetin de Küfelilerin Ali’ye destek vermelerini sağlayan bir etmen olarak düşünülmelidir. Ali’nin aşağıdaki konuşması kimi durumları açıklar nitelikte;

“Elimde Küfe kaldı ancak; onu sıkıyorum avucumda, onu gevşetiyorum. Ey küfe, yalnız sen kaldın, sen. Sende de fırtınalar esmekte, kasırgalar kopmakta Allah çirkinleştirsin seni.”[5]

Öyle anlaşılıyor ki Ali, ne Küfelilerle yapabiliyor, ne de Küfe’siz yapabiliyor. Buna neden olan da Küfenin oldukça kozmopolit sosyal yapısıdır. Farklı inanç grupları ile farklı etnik kökenden olanların, geçmişte birbirine düşman kabilelerin, Arap aristokratlarından köle ve mevalilere kadar farklı sınıf ve tabakaların bir arada bulunduğu, kabilelere göre de birbirinden ayrı yerleşik bir düzen içinde yer alan kozmopolit bir topluluk. Doğaldır ki, oldukça farklı çıkar gruplarının bir arada bulunması karmaşık sorunları da gündeme getirir. Ali’nin politikasını destekleyende var, ona karşı çıkan da var. İlkeli bir tavrın takınılmadığı önce destek verip, sonra tamamen karşısında olan da var. ‘Bekle gör’cü politik gruplar da var. Bu yapı içinde kararlı ve tutarlı bir sınıf tavrının ortaya çıkmaması bu karmaşık sürecin gelişmesine sebep olmaktadır. Tek kararlı ve tutarlı hareket edebilecek sınıf olan köleler, mevaliler ve yoksul köylüler görünse de bunlardan özellikle köleler ve mevali kesim efendilerine bağlı olduklarından genel olarak bağımsız davranmaktan uzak oluyorlardı. Daha ziyade başkalarının öncülük ettiği hareketler içinde yer alabiliyorlardı. Ali’nin toplumun bu en alttakileri örgütleme diye bir sorunu da olmamıştır. Belki bu sınıf ve gruplar içinde en tutarlı tavır Küfeli aristokratların tavrı olduğunu söylemek gerekir. Sınıfsal çıkarlar onları bir araya getirmekte, başlangıçta ayrı düşünüyor gözükseler de nihayetinde ortak bir karara varabilmektedirler.

Farklı sınıf ve tabakaların olaylar karşısında kararsız ve tutarsızlıklarının asıl nedenlerinden biri de yönetim erkinin siyasi, ekonomik ve sosyal uygulamalarından kaynaklanır. Ali (Hasan ve Hüseyin’i de buna dahil edebiliriz), her ne kadar Özel mülkiyete ve karşıt sınıfların varlığına dayanan eşitsiz bir toplum ideolojisinin ve dolayısıyla Mevcut Arap-İslam Köleci-feodal toplumunun savunucusu ve koruyucusuysa da, genel olarak politikalarını tam bir sınıf karşıtlığı ve çıkarları (bunu izafi olarak düşünmek gerekir, temelde her politika bir sınıfa hizmet eder) üzerine kurmazlar; görünürde herkese eşit davranarak kendisini adeta bir sınıflar üstü konuma oturtmak isterler (Ali ya da İslam eşitlikçiydi, sözlerinin kaynağı göreceli bu eşitlikçi tavırlarına dayanır). Dolayısıyla ne egemen sınıfların ne de yoksul sınıfların tam bir desteğine sahip olur. Bu sınıf ve tabakalar genelde Ali’ye karşı ikircikli bir tavır sergilerler. Muaviye ve ardılları ise tam tersine egemen feodal-köleci sınıfın temsilcisi olduğunu her fırsatta açıklıkla ortaya koyabilmekte ve siyasetin her türlü dümenini, düzeneğini, hilelerini sürdürebilmektedir. Bunun için de Muaviye ve ardılları özel olarak Küfelilerin, genel olarak da İslam devleti içinde büyük feodaller başta olmak üzere egemen sınıfların tam desteğini alabilmektedirler.

Ali ve çocukları daha çok idealist bir yaklaşımla İslam dinini öncelemişlerdi; samimi olarak İslamiyet’i yaşamak ve yaşatmak istiyorlardı. Muaviye ve çocukları ise tam tersi, dünyadaki servet, mal-mülk öncelikleriydi. Ali’nin kardeşi Akıyl’in deyimiyle ‘Ali, dini için dünyasını bırakırdı, Muaviye ise, dünya için dinini terk ederdi’. Dünya gerçekliği içinde düşünüldüğünde Ali’nin başarılı olma şansı yoktu. Çünkü din de, özünde dünya nimetlerinin elde edilmesinin bir aracı olarak gündeme gelir; din, dünya nimetlerinden yani maddi yaşamdan ayrı, soyut bir kavram olarak ele alınamaz. Köleci ve feodal toplumlar boyunca düşündüğümüzde İslamiyet dahil bütün dinler sömürüyü, soygunu, talan ve yağmayı hep kutsamıştır; köleliği kutsamıştır; feodal beylerin köylülük üzerine taktıkları boyunduruğu kutsamıştır; bütün yoksullara, zulüm görenlere sabır ve şükür dilemelerini buyurup onları öbür dünyada yaşayacakları cennet ile avutmaya çalışmıştır. Yoksulluğun kötü bir şey olduğunu, insanı dinden uzaklaştırdığını, Ali de söyler. Kısacası, insanın yaşamsal sorunları dini de imanı da ikinci plana atıverir. Ve insan son tahlilde kendi dünya gerçekliğiyle yaşamaya başlar. Paraya, mülke, servete ve tabiî ki iktidara olan düşkünlük bazen insanı daha çok dine ve imana yaklaştırdığı da oluyor. Örneğin Arap petrol şeyhleri bunlardandır. Arap petrol şeyhleri, dinlerine ve imanlarına o kadar düşkünler ki, despotik krallık yönetimlerini bile İslam dinini ve imanını korumada yeterli görmeyip, İslamiyet’i korumak için emperyalistlerle ( pardon Hıristiyanlarla!) ortak stratejik savunma hatları oluşturmaktan geri durmamışlardır!

Hüseyin, kardeşi Muhammed b.El-Hanefiye başta olmak üzere Küfeye gitmemesi, Mekke’de ya da Yemen’e gitmesi konusunda uyarılarına aldırış etmeden az sayıda bir taraftarıyla ( ki çoğu kabilesidir)  Küfeye doğru yola çıkar. Hüseyin, Küfe’ye varmadan Kerbela denilen yerde, Yezit’in binlerce askeriyle kuşatılır.  Hüseyin iki seçenekle karşı karşıyadır: Ya o meydanda savaşarak onurlu bir biçimde ölmek, ya da Yezit’e biat edip alçalarak yaşamak. Hüseyin ve yanındakiler ( Hüseyin’in yanındakilerin kadın, çocuk ve yetişkin toplam 72, kimine göre de 150 kişi olduğu söylenir) tek tek savaşarak Kerbela şehitleri olarak tarihin onurlu bir sayfasında yerlerini alırlar. Kerbela iki kuvvetin bir savaşı değildi, bu bir katliamdı. Bu katliam, İslam tarihinde de derin izler bıraktı. Tüm İslam toplumu, Yezit’e lanet okurken, Hüseyin’i ise saygıyla yad eder. Aleviler için Hüseyin ve Kerbela, yası matemin ötesinde bir olgudur; zalimlere boyun eğmeyişin, onurlu bir direnişin, zulme başkaldırışın, kahramanlığın eşsiz bir hikayesi, yüce bir sembolüdür.

 

Öyle ki, çelik ile taştan ateş çıktığı gibi

Kılıcı akıtırdı,

Düşmanın bağrından kıpkızıl kanı

Her tarafa düşman kanından seller akıtırdı,

Seller üzerinde başlardan kabarcıklar yüzerdi.

Kılıcının önünde yokluk tufanının dalgaları gizli,

Mızrağının gölgesinde

Azap halinin de manaları gizli.

Atının cilvesinde göz nurunun hızı var,

Rüya sultanının hamlesi,

Koşma hızında aşikar!

Şenlik rüzgarlarından

Atı sanki bir dağdı!

Kılıcı parlak bir şimşek!

Güneş kılıcına kurban,

Atına feda felek.[6]

 

Hüseyin ağıtlarda yer alsa da asıl olarak onun ismi direnişlerde, başkaldırışlarda vardır. Aleviler  ‘Yetiş ya Hüseyin!’ derken, Hüseyin’in ruhunu çağırırlar, onun direnişine sarılırlar. Allah’tan sonra vekil tutulan ve üstüne yemin edilen biri varsa o da Hüseyin’dir: İmam Hüseyin vekil! İmam Hüseyin hak için! Ali, bile vekil gösterilmezken Hüseyin’in vekil gösterilmesi Hüseyin’e ne kadar güven duyulduğunun da bir göstergesidir.

Kerbela olayı, birçok yönüyle irdelenmesi gereken bir olaydır. Peygamberin torunu olan Hüseyin’in katledilmesi gerçek inanç sahiplerinin içine sindirebilecekleri, izah edebilecekleri bir olay değildir. Bununla birlikte Hüseyin’in yalnız bırakılması da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir yaklaşımdır. Kerbela çölünde namaz kılıp, Allah adı anılarak dua edilip, peygambere salavat getiren İslam askerlerinin (Yezit’in askerlerinin) onun torununu katletmeleri, bu yetmiyormuş gibi başını kesip haftalarca Küfe sokaklarında teşhir etmeleri İslam ordusu ve devleti açısından izaha muhtaç bir durum bir çelişki gibi görünebilir. Ancak, egemenlik için ya da devletin birliği adına oğlun babayı, babanın oğlu, kardeşin kardeşi boğazladığı toplumsal eşitsizliğin kutsandığı, teokratik yada monarşik bir düzen içinde değerlendirildiğinde bir çelişki olmadığı görülür. Bu düzende duygusallığa yer yoktur. Efendilerin, feodallerin, burjuvaların çıkarları her şeyin üzerindedir. Bu çıkarlar adına yapılacak her şey de sömürü düzenlerinde meşrudur. Egemenlerin yollarını herkim ki dikensiz gül bahçesiyle döşer, o iktidarın meşru sahibi olur. “Müslümanlar kardeştir, sorunlarınızı tatlılıkla çözün” diyen Muhammed, İslam ülkelerinde dünden bugüne kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda döktükleri kana baksa ne derdi acaba? Bu soruya, dini dünyalıkları için kullanmayan samimi inanç sahipleri yanıt vermelidir. Sorunlara inanç ekseninden bakıp sınıf gerçekliğinin yadsınması durumunda, ne Kerbela olayı ne de başka katliamlar, zulümler, soykırımlar anlaşılamaz.

Küfeli feodaller, Hasan’ı Muaviye’ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullandıkları gibi Hüseyin’i de Yezit’e karşı bir pazarlık kozu olarak kullandıkları açıktır. Ama Hüseyin Küfe dışında diğer bölgelerden de bir destek bulamamıştır; en azından aktif bir destek söz konusu olmamıştır. Bunun anlamı şudur; Arap feodalleri Yezit’in iktidarını destekliyordu. Hüseyin’le birlikte halife Ebu Bekir ve Ömer’in oğlu ve yine Ali’nin halifeliğine isyan eden Zübeyr’in oğlu da Yezit’e biat etmeyenlerdendi. Bu da gösteriyor ki Yezit’e karşı belli bir muhalefet var, ancak harekete geçebilecek güçte ve istekte gözükmüyor. Üstelik kendi kabilesinden Haşimoğullarından da en yakınları dışında kendisinin yanında yer almazlar, kardeşi Muhammed de yanında değildir. Hüseyin, gelişmelerin nereye varacağını biliyordu. Buradaki sorun, bir hilafet davasının dışında bir olaydı. Bu, Hüseyin için bir onur davasıydı. Bu onurlu duruşu gösterdiği için Hüseyin, tarihe ölümsüz bir iz bırakmıştır.

 

 

Ya rab, bu ne fitnedir,açığa vurdu cihan,

Ya rab, bu ne zulümdür, ortaya koydu zaman,

 

Ya rab, kaza bu işte kızgınlıkla yanmaz mı?

Ya rab, felek bu işten kızarıp utanmaz mı?

 

……………………………………………

 

Ey gönül bu dünyanın hükmüne inançlar ne?

Ey göz ihtişamına zamanın itibarı ne?

 

Olsaydı bu devranın huyunda eğer sebat,

Al-i Resul’e andı, sağlam ederdi kat kat!

 

Devranın tıynetinde eğer olsaydı vefa

Al_i Resul’e hizmet eder, verirdi sefa!

 

Ya rab, kılıç çıkmasın hapsolan kılıfından,

Ya rab, ne yerde olsa ok yere batsın her an![7]

 

Olayı bir de Julius Wellhausen’dan dinleyelim;

 

“Eşraf sadece mevkiini muhafazayı, şehir ve kabilelerin sınırlı çıkarlarını korumayı düşünür görünüyor. Bunlar aslında Emevi rejiminden hoşlanmamalarına rağmen kabileleri sakin tutmak hususunda nüfuzlarını Emevi emrine vermişlerdi. Amr b. Haccac ez-zübeydi ve hele Muhammad b. Eş’as el-kindi, Emevilere hemen hemen dalkavukluk etmekteydiler. Temim’li Şebes b. Ribi gençlik yıllarında alışmış olduğu dönekliğini yaşlılığında taşlandırmıştı. Hüseyin’i bizzat kendisi gelmeye kandırmış, sonra da ona yapılan sefere katılmıştı. Küfelilerin çoğunluğu filvaki Emevi rejiminin avucuna düşmek istemiyordu ama, bu rejim aleyhtarlarının saflarına da katılmıyordu. Hüseyin’e mektup yazarak ona sadakat yemininde bulunanlar bile onun göndermiş olduğu öncüyü yalnız bırakmışlar ve bizzat Hüseyin için de parmaklarını kıpırdatmamışlardı. Bunların en çok yapabildikleri uzaktan onun akibetini seyretmek ve ağlamaktı. Sadece, mesela hazineyi koruyan Ebu Sümame ve İbn Avsece gibi pek az kişi akibetini paylaşmak için onun yanına gitmek cesaretini göstermişti. Bunun dışında Hüseyin için ölüme gidenler, onun yolda tesedüfen bulduğu, yada kendisiyle hiçbir ilişkileri bulunmadığı, hiç de onun partisine mensup olmamakla beraber, yapılan harekete insanı duygularla hiddetlenerek son anda onun yanına geçenlerdi. Sadece Kureyş’in değil Ensar’ın da kendilerini Hüseyin’den uzak tutmuş olmaları dikkate şayandır. Medine’den hiç kimse onunla beraber yola çıkmadığı gibi, Küfe Şiileri arasında da bunlardan pek az kişi vardır”. [8]

Bu açıklamalar çok açık biçimde dönemin sınıf çıkarlarının ve dünyevi ihtiyaçların nasıl her şeyi belirlediğini, İslam inancının egemenliğin bir aracı olarak nasıl kullanıldığını ve feodallerin dönek ve ikiyüzlülüğünü ortaya serer niteliktedir. Bunun yanı sıra Hüseyin’in, babası Ali gibi toplumun nesnel gerçeklerinden uzak tam bir idealist duygularla hareket ettiği gerçeğidir.

 



[1] Bkz. A.Gölpınarlı, Şiilik ve Nejat Birdoğan Anadolu’nun gizli kültürü Alevilik ilgili bölümler.

[2] A.Gölpınarlı Şiilik, s,377

[3] A.Gölpınarlı, Şiilik, s,384

[4] A.g.e. s.384

[5] A.g.e. s,276

[6] Hadikatü’s Süeda, Fuzuli Kerbela şehitleri, M.Faruk Gürtunca s,454

[7] Fuzuli, a.g.e. s,466

[8] İslamiyetin ilk devrinde dini-siyasi muhalefet partileri, s,112

Kaynak: Kazım Eroğlu
www-arguvanhaber.com

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

SIRADAKİ HABER

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56