ALEVİLİK GERÇEĞİ ÜZERİNE

Arguvanlı hemşehrimiz Kazım Eroğlu'nun bir süre sonra çıkacak kitabından bir bölüm

ALEVİLİK GERÇEĞİ ÜZERİNE
İstanbul'da yaşayan Arguvanlı hemşehrimiz Kazım Eroğlu'nun bir süre sonra çıkacak kitabından bir bölüm.

       ALEVİLİK GERÇEĞİ ÜZERİNE (1)

 Ülkemiz, devrimci bir biçimde aşağıdan yukarıya bir burjuva demokratik devrim sürecini yaşamamıştır. Cumhuriyet ve Kemalist rejimle başlatılmaya çalışılan yukarıdan aşağıya burjuva demokratik devrim süreci kimi ileri atılımlarına karşın bir noktadan ileri gidememiş, dolayısıyla birçok demokratik sorun çözümlenemeden günümüze kadar gelmiştir. Temelde demokratik hak ve özgürlükler sorununun bir parçası olan İnanç ve etnik kimlik temelli sorunlar cumhuriyet rejiminin çözemediği temel sorunlardan biri olarak hep gündemde yer edinmiştir. Bu sorunların başında da Alevilere ve Kürtlere İlişkin sorunlar başı çekmektedir. Diyebiliriz ki, düne kadar bu sorunlar zaman zaman gündemde yer işgal etse de- ki gündeme gelmeleri çoğunlukla bu topluluklara dönük katliamlarla birlikte anılıyor olmalarındandır- genelde üstü örtük bir sorun olarak kalmıştır. Ancak, 90’lı yıllar itibariyle bu sorunların daha çok ülke gündemini işgal ettiklerini görürüz.

90’lı yıllar itibariyle Alevi kimliği üzerine daha yoğun bir gündemin oluşmaya başlamasının ve bu konu üzerinde ülke toplumunun daha fazla tanışık olmasının en önemli nedenlerinden birinin, ülkemizi de etkileyen sosyalist bloğun çökmesiyle dünyadaki değişen konjonktürel durumun olduğunu söyleyebiliriz. Sosyalist bloğun çökmesi, dünya emekçi halklarının emperyalizme ve kapitalizme karşı vermiş oldukları mücadelelerini geriletirken, “Yenidünya Düzeni ve Küreselleşme” politikalarıyla kapitalist sistem dünya genelinde entegrasyonunu genişletiyor ve güçlendiriyordu.. Sosyalizme ve devrimci-sosyalist hareketlere kurtuluş umuduyla bakan emekçilerin, bu süreçte, sosyalizme kuşkuyla baktıklarına ve umut ve beklentilerini tekrar kapitalist-burjuva ilişkilerine çevirmeye başladıklarına tanıklık ediyorduk. Bu gelişmelerin bir sonucu, dünyada ve ülkemizde emek-sermaye temel çelişkisinden kaynaklı sınıf mücadelelerini geriletirken, bunun yerine, etnik ve inanç temelli sorunların ön plana çıkmasını gündeme taşıyordu. İşte bu sorunlardan biri de Alevilere ilişkin sorunlardır. Ancak, Alevilerin gündemde yer edinmeleri bizzat kendi istem ve çabaları neticesi değil, esas itibariyle, devletin, bu yeni sürece kendi hesapları nispetinde Alevileri adeta iteklemesiyle oluştuğunu söylemek gerekir. 93 Sivas katliamı bu durumun açık örneğini oluşturmaktadır.

Her şeye karşın bu yeni süreçte Aleviler, devletin hesaplarını boşa çıkarırcasına, , sorunlarını ve taleplerini demokratik hak ve özgürlükler çerçevesinde dillendirmeye ve kendilerini bu doğrultuda topluma tanıtmaya çalıştılar. Ancak dün olduğu gibi bugün de devlet ve siyasi yetkililer, ne Aleviliği anlamak istedi ne de Alevilerin sorunlarını. Bunun ötesinde Alevi kimliğini saptırarak, Alevilerin demokratik taleplerini çarpıtarak; Alevileri ama yükselen siyasi İslamcılığa karşı, ama devrimci-demokrat Kürt muhalefetine karşı kendine yedeklemeye, bir kalkan olarak kullanmaya çalıştı. Yine belirtmek gerekir ki, toplumda da, devrimci-demokrat, aydın, yurtsever belirli bir kesim dışında Alevilerin sorununa duyarlı bir yaklaşım gösterildiğini söylemek de zor, Alevilerin doğru bir biçimde anlaşıldığını söylemek de.

Görülüyor ki, Aleviliğin ve Alevilerin doğru tanımını yapmak bir zorunluluk olmaktadır. Bu doğru tanıma, Alevilerin dışındaki toplum kadar Alevilerin de ihtiyacı olduğunu düşünmeliyiz. Özellikle genç kuşak açısından bu zorunluluk kendini çok daha fazla hissettirmektedir. Yaşlı kuşak Aleviler ise, kimi geleneksel algı çerçevesinin dışına taşamadıklarından dolayı işin bilimsel yanı görülememekte, sorun gerçek boyutlarıyla aydınlatılamamaktadır. Bilerek ya da bilmeyerek olayı saptırmak isteyen, yanlış algıların yaratılmasına neden olan bir kesimi de burada not edelim. Peki, nedir Alevilik? Aleviliği ve Alevileri anlamak çok mu karmaşık ve zor bir sorun?

 

Aleviler, Tarihi Duruşlarından Anlaşılır.

İşin tüm bilinmeyenlerine, eksik yönlerine, yanlış algılarına ve saptırılmasına karşın Aleviliği ve Alevileri anlamak hiç de zor değildir. Alevilerin dünden bugüne izledikleri yol ve bu tarihi süreçteki dönemeçler birbirine paralel bir seyir izler; Alevilerin bugününe bakarak dününü açıklayabilmek, dününe bakarak bugününü anlayabilmek olanaklıdır. Alevilerin tarih boyunca değişmeyen bir duruşları vardır ki bu duruşları bir bakıma kendilerinin dün ve bugün ne olup olmadıklarını ele verir niteliktedir. Alevilerin bu değişmeyen duruşları: aydınlığa, ileriye dönük yüzleri; eşitlikçi bir toplum özlemleri; insana ve doğaya karşı yürekten sevgileridir. “Din farkı bilmeyiz/ Dil farkı bilmeyiz/ Sanki doğduk bir anadan/ Anamız amale sınıfıdır/ Yurdumuz bütün cihandır bizim…” diyerek eşitlik ve kardeşlik türküsüyle, sınıfsız bir toplum şiarıyla yürüyen işçi sınıfının bu özgürlük yürüyüşünü; ‘72 millete bir nazarda bakan’, ‘yarin yanağından gayri her şeyi ortak gören’, ‘sevgi bizim dinimizdir’ diyen Alevilerin çok daha önceden başlattıklarını söylemememiz için bir neden yoktur sanırım.

 Alevilerin aydınlığa, ileriye dönük devrimci yönelişleri, eşitlikten yana özlemleri, insan ve doğa sevgileri; ezilmişliğin, amansız sömürünün, debdebeli yaşam ile sefaletin yan yana duruşun, her türlü haksızlığın, adaletsizliğin, insanı durmadan tüketen bitmek tükenmek bilmeyen amansız savaşların kendi üzerlerinde yarattığı etkilerden ileri gelir.  Hepsi bu mu? Elbette ki hayır! Eğer bütün ezilmişler, yoksullar, hakları yenilen, çaresiz bırakılan insanlar yüzlerini aydınlığa, ileriye çevirebilmiş olsalardı ezilmişlik de biter, yoksulluk da ve özgürlüğe olan hasret de biterdi. Asıl buradaki sır, insanın, kendi iradesini özgürleştirip harekete geçirerek doğanın ve toplumun ‘giz’ini çözebilmededir. Aleviler düşüncenin merkezine insanı, yani kendisini, kendi ‘ben’ini koyarak kendi iradelerini özgürleştirip doğanın ve toplumun gizini yine doğa ve toplum içinde arayarak çözmeye çalışmışlardır. Kendi iradelerini özgürleştirip doğanın ve toplumun gizini çözemeyen ve doğaüstü ve toplumsal güçlere bel bağlamaya devam eden diğer yoksullar, gökteki tanrılar ile kendilerini bu tanrıların yeryüzündeki temsilcileri sayan krallara, padişahlara boyun eğerek kendi kaderlerini bu güçlerin ellerine teslim ederken; Aleviler ise, insanı ve doğayı tanrılaştırıp tanrı-doğa-insan arasındaki tüm ikiliği (çelişkiyi) ortadan kaldırarak insanın tanrıya ve doğaya ve de insanın insana kulluğuna ve boyun eğmesine son vermekle insanın kendisine ve doğasına yabancılaşmayı, diğer bir deyişle kendi iradesini bağlayan ve körelten toplumsal ve doğaüstü güçlere boyun eğmesini salık veren dinsel doğmaları aşarak kendi kaderini kendisi çizmeye başlar. Aleviliğin ve Alevilerin asıl sırrı da buradadır. Ancak kendi kendisine, kendi doğasına ve kendi toplumuna yabancılaşmayı aşabilen yoksullar yüzünü aydınlığa, ileriye çevirerek devrimci yönelişlerini gerçekleştirebilmişlerdir.

Alevi öğretisini, vahiy din ve inançları gibi değişmez doğmalar yığını olarak görmek, Aleviliği hiç bilmemek demektir. Aleviliğin en temel karakteri, onun devrimci dinamik özüdür. Bundan dolayı Alevilerin yüzü hep aydınlığa, ileriye dönük olmuştur. Nerede toplumsal yaşamı aydınlatacak bir mum ışık görmüş ona yönelmiş, o kandilin yağı olmuş. O nedenledir ki ülkenin aydınlatılmasına bir mum ışık yakan Atatürk’ü de sahiplenmiştir, ülkenin karanlıktan kurtuluşu için güneş toplamaya çıkan Mahirleri, Denizleri, İbrahimleri de sahiplenmiştir. Ve tarihlerinde, henüz toplumuna yabancılaşmamış Osmanlı beyliğine de güç vermiş; Osmanlı’dan umudunu yitirmesiyle Anadolu’nun en ücra köşesinden kalkıp Safevi şeyhlerine de koşabilmiştir. Ve bunun ötesinde en umutsuz olduğu durumda da kurtarıcı bir “Mehdi”sini beklemiş, “Hızır”ını, evliyasını, ceddini yardıma çağırmıştır. 

 

Alevi Kimliği üzerindeki tahribatlar:

Alevi kimliği üzerine yapılan birçok tahribat ve saptırmalar var. Bu tahribat ve saptırmalar, din-inanç ve etnisite olmak üzere iki temel kaynaktan beslenir. Bunların birincisi, Ali ve ehli-beyt üzerinden İslam’la ilişkilendirilerek yapılan din-mezhep yönelimi; diğeri ise, eski Türk kültürü üzerinden Türklükle ilişkilendirilerek yapılan Türk etnisitesine indirgenmesidir. Buradan da “Türk tipi İslam”lığa, Türk-İslam sentezine sürüklenir. İslam ve Türk kültür unsurları Alevi kimliğinin oluşumunda bir unsur olabilir, ancak bu unsurlar Alevi kimliğini belirlemede tek ve temel belirleyici bir unsur değildir. Alevi kimliğini belirleyen tek bir unsurun varlığından da bahsedilemez. Aleviliği, tek başına, ne Hz. Ali ve etrafında döndürülen İslam kültürüyle, ne Orta Asya Türk kültürüyle, ne Zerdüşt inancıyla, ne Anadolu’nun eski kültür ve inançlarıyla ne de Türklerin büyük göçlerle Anadolu’ya gelişleriyle açıklamak mümkündür. Buna karşın bu saptamalardan tümüyle uzak da değildir. Alevi kimliğinin oluşumunda Eski Anadolu-Yunan felsefesinin ve inançlarının yansımalarını da, eski Türk ve Kürtlere ait kültür unsurlarını da ve kimi İslam öğelerini de bulmak olanaklıdır. Tüm bunların ötesinde, Alevilik içinde, birçok halkların kültürlerinden öğeler, semboller, anlayışlar bulmak da olanaklıdır. Bu durum da son derece doğaldır. Halklar arasında tarih boyunca bir kültür alış verişinin kesintisiz devem ettiği bilinen bir gerçek.

Aleviliği, ne bir etnik kimliğe ne bir inanç kimliğine ne de başka bir kültürel kimliğe indirgemek olanaklıdır. Böyle bir yaklaşım Alevi kimliğini tahrip etmek, saptırmak olur. Bir düşünce akımı olarak Alevilik, temel belirleyici yönüyle, belli bir tarihsel dönem içerisinde şekillenmiş ve ortaya çıkmış bir olgudur. Esas olarak bu dönemin ilişki ve çelişkilerini yansıtır, bu dönemin bir ürünüdür. Bu dönemde Alevilik, feodal düzenin çelişkilerinin bir çözümü olarak kendini ortaya koyar. Bu dönem de 13. yüzyıllardır.  Anadolu’da Selçuklu feodalizmine karşı köylü yığınlarının mücadelesi Aleviliği şekillendirir. Kuşkusuz, Aleviliğin bu biçimlenişinde geçmiş kimi kültürel unsurların, geleneklerin, törelerin, entelektüel birikimlerin ve inançların da yer edineceği kaçınılmazdır; ancak bunlara temel bir anlam yüklemek dönemin sınıf karşıtlığını ve mücadelesini görmemek ya da küçümsemek Alevi kimliğini gerçek özünden saptırır. Bir düşünce-kimlik, kendini ancak bir sınıf mücadelesi içinde şekillendirip var edebilir. Aleviliği esas olarak şekillendirip var eden de Babailerin, Bedreddinlerin, Börklücelerin, Torlakların, Şah Kuluların, Kalender Çelebilerin… ortaya koydukları devrimci pratiklerdir. Aleviliği bir etnik temel, bir din-mezhep ekseninde görmek ve bu yönde yorum ve yaklaşımlar geliştirmek büyük bir yanılsama olduğu kadar, büyük bir saptırmadır. Ve Aleviliği asimile etmenin, yok etmenin bir başka yol ve yöntemidir. Günümüzde Alevilik üzerine sürdürülen farklı spekülasyonlarının anlamı da tam olarak budur.

 

Alevi Kimliğinin Oluşumu:

Bizans’ın 1071’de Malazgirt’te gücünün kırılmasıyla Horasan ve Azerbaycan üzerinden 150 yıl boyunca durmadan Anadolu’ya akan ve Anadolu’yu dolduran Türkmenler, burada alışık olmadıkları, eşitsiz ilişkilerle sürdürülen bir düzenle karşı karşıyadır. Bu alışık olunmayan düzen; feodal sömürü ilişkileri ve merkezi feodal devlet otoritesi, göçebe ve yerleşik büyük bir köylü kitlesini oluşturan Türkmenler başta olmak üzere Anadolu’nun Kürt, Rum, Ermeni,  Arap  kır yoksullarını ya boyun eğmeye ya da bu sömürü ve baskıdan kurtuluş için örgütlenip ayaklanmaya ve kendi eşitlikçi düzenlerini kurmaya iter. Yoksul köylülük ile feodal yönetim arasında artan çelişkiler ve kavga giderek siyasi-ideolojik mahiyet kazanmaya başlar. İşte bu kavga, Anadolu’da, Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Rum’uyla, Arab’ıyla  ortak bir kimlik yaratmaya başlar; bugün ‘Alevilik’ dediğimiz bu kimlik, Anadolu’nun tüm yoksul halklarının tüm kültürel birikimlerinin bu topraklarda harmanlanıp mayalanması ve kızgın ateşte pişirilmesiyle oluşur.

Bu dönemde yakılan ilk kızgın ateş 1240’daki Babailer hareketidir. Babailer hareketini spontane bir hareket, alelade bir isyan olarak görmemek gerekir. Bu hareket, kırın kent üzerine yürümesi; birçok şeyini yitirmiş ve yitirmekte olan kır yoksullarının Konya’daki merkezi feodal Selçuklu Sultanının saltanatını alaşağı etme yürüyüşüdür. Dolayısıyla bu yürüyüş, bir iktidar yürüyüşüdür. Amaç bellidir: temel üretim aracı olan toprağın tüm halkın ortak kullanımına açılmasıdır. Ve Selçuklu Sultanlarının, Selçuklu beylerinin, asker ve bürokrat Selçuklu devlet idaresinin ve aristokrat feodal toprak beylerinin ayrıcalıklarına son verilmesidir

Tarihi halk yapar, ama tarihi halk yazmamıştır. Tarihi yazanlar egemenlerin tarih yazıcılarıdır. Bu yazmalarda halka dair suçlayıcı, karalayıcı, aşağılayıcı, saptırıcı ifadeler dışında; üzerlerine fermanlar çıkarılmaları, katledilmeleri için fetvalar verilmeleri dışında pek fazla bir şeylere rastlanmaz. Ve tarihi hep saptırırlar. Ancak bu resmi tarih yazıcıları temel bir gerçeği itiraf etmek zorunda kalırlar; bu gerçek, yönetenlerle yönetilenler arasında sürüp giden kıyasıya bir kavgadır. Halkın gerçek kimliği de işte bu kavgada şekillenir. Başlangıçta ekonomik taleplerle başlayan bu kavga giderek siyasi ve ideolojik bir mahiyet kazanmaya başlar ve feodal yönetimin tüm üst yapı kurumlarıyla çatışmaya girer. Alevi kimliği de işte bu kavgayla şekillenir. Bu kavgada Anadolu’nun yoksulları kendi inançlarını, düşlerini, hayallerini ve özlemlerini ortaya koyar; destanlar, efsaneler, mitolojiler bu kavgada yazılır; önderler, kahramanlar bu kavgadan çıkar. İşte Alevilik, feodal sömürü ve despotluğa karşı vermiş olduğu bu kavgadan çıkmıştır. Burada Alevilik, bir etnik köken ya da bu etnik kökene bağlı bir kültür unsuru olarak belirmediği gibi, bir din-inanç olarak, Ali ve ehlibeyt sevgisi ve bağlılığı üzerinden bir İslam mezhebi ya da tarikatı olarak da belirmez. Alevilik, feodalizme karşı ezilen ve sömürülen bir sınıf kimliği biçiminde belirir. Bu devrimci öz ortadan kaldırılıp görülmez ise, Aleviliğin dünü kavranılamadığı gibi bugünü de kavranılamaz ve o zaman Alevilik Şii İslam mezhebinin kısır bir yorumundan öteye gidemez. Ancak belirtmeliyiz ki, feodal toplum çağının dinsel-inançsal iklimi, tüm kimlikleri de kaçınılmaz olarak bu iklim koşulları çerçevesinde biçimlendirir. Alevi kimliğinin oluşumu da bunun dışında kalamazdı. Aleviler de burada kendilerini bir inanç şemsiyesi altında gizleyecekti; ama bu inanç, tümüyle resmi egemen inanç dışında sapkın bir inançtı. Eğer Alevilik bir inanç kimliğine indirgenecekse, işe salt bu yönüyle bakmak gerekecek. Aslında buradaki dinsel yön salt bir kabuktan başka bir şey değildir. Eğer böyle olmasa bugün, Aleviler, diyanetin kaldırılarak tam laik ve demokratik bir toplum talebiyle hareket etmezlerdi. Kuşkusuz “diyanette bize de yer verilmeli” diyen Aleviler var. Ama işte, bunların sorunu başka; Alevi kimliğini saptırmak; Alevi öğretisini aklın ötesine taşıyarak sünni İslam inancının yanına eklemlemektir.

Gerek İslam coğrafyasında gerekse de Hıristiyan coğrafyasında feodalizme karşı siyasi mücadele içinde yer almış olan tüm devrimci hareketler irdelendiğinde bunların inançsal niteliklerinin bir kabuktan ibaret olduğu görülür. Bunun içindir ki, bu hareketler, gerçek kimliklerini bu inançsal yönleriyle değil, feodalizme karşı yürüttükleri sınıfsal mücadele yönleriyle kazanırlar. F.Engels’in Köylüler Savaşında feodal dönemdeki sınıf mücadelelerinin niteliklerine ilişkin şu saptamalarına yer verelim:

Genellikle feodalizme karşı yöneltilen tüm saldırıların, her şeyden önce kiliseye karşı saldırılar olacağı, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öğretilerin, aynı zamanda ve her şeyden önce, tanrıbilimsel sapkınlıklar olacağı açıktır. Var olan toplumsal koşullara dokunabilmek için onların kutsal niteliklerini kaldırmak gerekiyordu.

“Feodalizme karşı devrimci muhalefet, tüm ortaçağ boyunca devam etti. Bu muhalefet, kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zamanda silahlı ayaklanma biçimi altında gösteriyordu.”

Feodal sömürüye ve düzenin despotizmine karşı savaşan köylü yığınları, kendisini ve ortaçağın feodal düzenini meşrulaştıran kilisenin dinsel doğmalarını mahkum etmeden kendini bu savaşımda var edemezdi. Bogomillerin, Katarların, Husların ve 16 yüzyılda Thomas Münzerlerin  kilise temsilcilerini şeytanın hizmetçileri, kiliseyi de şeytanın evi olarak ilan etmeleri boşuna değildi.

Engels’in Avrupa’da köylü savaşlarını ele aldığı zamandan 300 yıl geriye gidelim. Konya Selçuklu Sultanlığı, kendi feodal düzenin ideolojisini, yine bu feodal koşulların yaratımı olan İslam öğretisi, İslam anlayışı üzerine temellendirmişti. Selçuklu, kendi meşruluğunu bu İslami anlayışın oluşturduğu dinsel ideoloji temeli üzerine kurmuştu (Aynı zamanda Selçuklular, Bağdat’taki Halifeliğin de koruyucusuydu). Dolayısıyla Selçuklu düzenine yöneltilecek bir saldırı, aynı zamanda İslamiyet’e yöneltilecek bir saldırı anlamını taşıyacaktı. Babailerin İslamiyet’in dışında farklı bir ideolojik donanıma sahip olmadan Selçuklu düzenini yıkarak kendi düzenlerini kurmaları düşünülemezdi. İşte, Babailerin bu ideolojik donanımına, dönemin Sultanı, onun tüm devlet ricali ve ulema tayfası koro halinde “sapkın, sapık, rafızi, mülhit, v.b.” gibi tabirlerle saldırmaktaydılar. Babailerin bu ideolojik donanımı, Anadolu’nun ezilen, sömürülen köylü, göçebe ve kentlerin küçük zanaatçı ve esnaf sınıf ve katmanlarının ideolojik donanımıydı. Ve bu toplum kendilerine yeni bir “peygamber” de yaratarak Selçuklu düzenine başkaldırmışlardı. İslami dinsel ideolojinin temelinde yükselen feodal sultanlık, kendi karşıt ideolojisini de yaratmıştı; İslam’ın bu ideolojik karşıtlığı, ‘Alevilik’ olarak kendini adlandıracaktı.

 

Ali-Alevilik ve Yaratılan Algılar:

Alevi kimliğinin sosyolojik, bilimsel gerçekliği ile geleneksel algısı pek örtüşmez. Geleneksel algı içinde, Alevilik, Ali ve Ehli-beyt  yolu ve sevgisi olarak düşünülür. Alevi inancındaki tüm ritüeller Ali ile ilişkilendirilir. Burada Ali, Aleviliğin temel kurucu öğesidir, mürşidi, piridir. Bunun yanı sıra Alevi dedeleri kendilerinin ve Hacı Bektaş Veli’nin soy şeceresini Ali soyuna dayandırırlar. Aleviliğin Anadolu dışında Ali soyu olarak kullanıldığını da burada belirtelim. Alevi kimliğini Ali ile bağdaştırma düşüncesi, doğal olarak Aleviliği İslami inanç kulvarına sürüklemektedir. Burada sorulması gereken soru şu: Alevilerin Ali ve Ehli-beyt inancını ne zaman benimsedikleri ve bu inancın kendi düşünceleriyle nasıl bağdaştırıldığı ya da algılandığı sorusudur.

Ali ve Ehli-beyt Şii inancının Orta Asya’da İslam tasavvufçularınca (özellikle Hallac-ı Mansur zikredilir) Türklere aşılandığı söylense de bu düşüncenin, Anadolu’da, Türkler ya da başka halklarca 15. yüzyıla kadar benimsendiğini gösterecek ya da düşündürecek hiçbir işaret ve belirti yoktur. Alevilerin Babailer ve Şeyh Bedreddin hareketi gibi çok önemli iki ayaklanmasında da Ali ve Ehli-beyt düşüncesinin hiçbir belirtisi görülmez. Ancak, Anadolu’daki Alevilerin Erdebil Tekkesi ve şeyhleriyle (Şeyh Cüneyt, Şeyh Haydar ve Şeyh İsmail) girdikleri ilişki neticesinde bu yeni inançla yakından tanıştıklarını ve Erdebil tekkesinin inançlarını kendi inançlarıyla bağdaştırmaya başladıklarını görürüz. Erdebil Şeyhlerinin Alevilere aşılamaya çalıştıkları inanç ise bugün anladığımız biçimiyle ortodoks Şii inancı değildir. Safeviler, devlet kurmaya yönelirken ve kurulan bu devleti oturtmaya çalışırken ortaya konulan siyasetin, Anadolu Alevilerinin (Kızılbaşların) inançlarıyla bağdaşır bir yönde, ama Şii öğeler giydirilmiş biçimiyle, İslam dışı inanç unsurları taşıyan kendilerini mehdi, peygamber yada tanrısallık gibi ululayan bir nitelik taşıdığını, İran feodal aristokratların sisteme egemen olmaya başladıkları ikinci safhada (bu safhaya Tahmas dönemi diyebiliriz) ise bu siyasetin İslam dışı öğelerden arındırılarak günümüz Ortodoks Şii İslam niteliğine büründürülmeye başlandığı yönünde bir politik gelişim seyri izlendiğini görürüz. Kısacası, Alevilerin Ali ve ehli-beyt inancını benimsemeleri Safeviler ile girdikleri (15. yüzyılın ikinci yarısı) döneme denk gelir ve bunu da kendi inançlarına uyarlayarak bağdaşır hale getirirler. Buradaki Ali ve Ehli-beyt algısı, ortodoks Şii inancının dışında bir algıdır; bunlar Efsanevi, mitolojik kahramanlardır; bir külttür; tarihi kişilikler değil, tanrısal kişiliklerdir; mürşit-i kamil, insan-ı kamildir. Bu anlayışın, Şii ya da Sünni İslami inançla bağdaşmasının olanağı yoktur. İslam dışı olan bu anlayışın, Anadolu’da Yavuz Sultan Selim dönemiyle başlayan Alevi kırımından sonraki süreçte kendilerini koruma amacıyla da zaman zaman bir takiyeye dönüştürüldüğünü görürüz. Artık buradaki Ali, tarihi bir kişiliktir; peygamberin damadı ve amcası oğludur, en iyi Müslüman’dır, İslam’ın en büyük savunucusudur. Dolayısıyla Ali ve Ehli-beyt sevgisiyle ve onların gösterdiği İslam yolunda yürümekle Aleviler kendilerini “gerçek Müslüman biziz” diye göstermişlerdir. Alevilik, burada, İslam’ın batıni bir yorumu, İslam’ın yüzeysel işleyişi değil gerçek özü olarak ortaya konulmaya çalışılır. Anlaşılacağı üzere Safevilerden günümüze tanrısal Ali ile Tarihi Ali Alevilerce yan yana işletilmeye çalışılmıştır.

Yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız takiye diyeceğimiz yaklaşım, günümüze kadar gelen süreçte, Alevi kimliği üzerinde yanlış algılara ve tahribatlara neden olmuştur. Yanlış algıya neden olan Alevilik üzerindeki örtü kaldırıldığı taktirde Alevi kimliği kendi doğal yapısıyla ortaya çıkacaktır. Alevilik, işin başından beri bağımsız bir düşünce olarak, daha çok geleneksel eski inanç-düşünce ve diğer kültürel öğelerini İslam kültürel biçimlenişine karşı koruyarak, buna karşı direnerek ve süreç içinde kendini yeni düşüncelerle besleyerek var eden, varlığını sürdüren ve biçimlenmiş birçok boyutuyla bir düşünce akımı olarak karşımıza çıkar. İslam içinde olup da sonradan çeşitli yorumlarla sapkınlık gösterip ayrılmış bir akım, bir hareket değildir. Ancak Aleviliğin,  sonradan İslam içindeki kimi Şii öğeleri aldığını görüyoruz. Bu Şii İslami kabuk, zamanla Alevilerin kimi İslami düşüncelerin etkisi altında kalmalarını, bu düşünceleri kendi anlayışları çerçevesinde farklı yorumlara (batini bir yorum) vardırmaları dolayısıyla da Alevilik, İslam içi mezhep sapkınlığı (heterodoksi) olarak ya da İslam’ın batini bir yorumu olarak algılanmaya ve değerlendirilmeye yol açmıştır. Tarihi süreçteki gelişmeleri izleyebilenlerin bu değerlendirmenin ne kadar yanlış olduğunu açık olarak görebileceklerdir.

Zamanla oluşan ve oluşturulan algılar, günümüzde, kimi Alevilerce devlet desteğiyle gerçek olgular olarak ortaya konulup Alevi kimliği saptırılmaya, tahrip edilmeye çalışılsa da bu siyasetin Aleviler katında pek itibar görmediği açıktır. Günümüzde de Aleviler ve Alevi ozanları Ali’yi çağırırken görülecektir ki bu Ali İslam’ın Ali’sine hiç benzemez.

 

Alevilik Bir Halk Öğretisidir.

Bir halk öğretisi olan Alevi öğretisinin bazı temel niteliklerini ortaya koyarak,  Alevi kimliğini, daha net bir biçimde tanımlayabiliriz. Alevilerin yazılı bir gelenekleri olmamış, en azından şuana kadar böyle bir geleneğin olduğu ortaya konulabilmiş değildir. Alevilerin öğretileri, toplumsal yaşamın içinde oluşmuş ve oluşan bu öğretiler dönüp yine toplumsal yaşama aktarılarak pekiştirilmiştir. Toplumsal yaşam tarzını belirleyen ve yönlendiren bu öğretiler genel olarak yazılı kaynağa aktarılmamış, gelenek olduğu biçimiyle ve aşıkların sazından ve dilinden halkın belleğine aktarılarak günümüze kadar taşınmıştır. Bu öğretinin toplumsal yaşamın değişkenliklerine bağlı olarak kimi değişkenleri oluşsa da işin özünün değişmeden kaldığını söylemek gerekir; peki bu öğretinin temel nitelikleri ve değişmeyen özü nedir?

Bütün dinlerin, dinsel inançların merkezinde “Tanrı” ya da “ilah” olarak adlandırılan soyut doğaüstü güçler vardır. Ve bu güçlere tapınma da, yani bu güçleri tanımak, buyruklarını yerine getirmek, onları memnun etmek ve onlardan dilekte bulunmak o inancın da temel gereğidir. Gerek çok tanrılı inançların gerekse günümüz tek tanrılı inançların ana teması budur; tanrıya inanmak ve ona tapınmak.

Alevi öğretisinde ise böyle bir inanç yoktur; Alevi öğretisinde inancın merkezinde “insan” vardır. Soyut tanrı ya da tanrıların yerine insanı koyan Aleviler, doğal olarak toplumsal yaşamı da doğal insan ilişkilerine göre oluşturur. Özellikle tek tanrılı Semavi dinlerinde, insan, kendisine ve doğasına yabancılaşırken; Alevilikte, insan, kendi gerçek kimliğini bulur. Alevi öğretisinde ve birçok tasavvuf eğitim-öğretiminde insanın “kendini bil”mesi çok önemli bir aşamadır, o aşamaya varmış bir insan kendi hakikatini, tanrısal kimliğini açığa çıkarır. Bu demektir ki, Alevi inancında, insan ve Tanrı, semavi tanrı inançlarındaki gibi birbirine karşıt iki ayrı varlık değil, “Hem batınam hem zahirem hem evvelem hem ahirem/ Hem ben o yum hem o benem hem ol kerim ü han benem” Yunus’un seslenişindeki gibi ikisi de “bir”dir. Ene-l Hak deyişiyle de Hallac-ı Mansur bu varlık “bir”liğini dile getirir. Dinsel inançlarda insanı yaratan tanrı ya da tanrılar olurken; Alevilikte, tam tersine, insan tanrıyı yaratır; tanrı, görünmeyen bir alemde kendi kendine bir varlık iken, tanrıyı kendi suretinde görünen evrene, gökten yere taşıyan insan onu varlaştırır. “Daha Allah ile cihan yok iken/Biz anı var edip ilan eyledik/ Hakk’a hiçbir layık mekan yok iken/ Hanemize aldık mihman eyledik/ Kendisinin henüz ismi yok idi/ İsmi şöyle dursun cismi yok idi/ Hiçbir kıyafeti resmi yok idi/ Şekil verip tıpkı insan eyledik” Edip Harabi’nin bu dizeleri de çok açıktır. Tanrının insandan ayrı bir vasfı ve niteliği olmadığını tanrı ve insanın “bir” olduğunu dile getiren Harabi, insana, tanrının da önünde bir yer vererek tanrı insanın içinde eritilir.

Tanrı ve insan ikilemini yani çelişkisini ortadan kaldıran Alevi felsefesi; dolayısıyla tanrı buyrukları olarak ilan edilen tüm kitapların kutsal örtüsünü de kaldırır. Aşık Daimi gibi, Tevrat’ı yazabilir, İncil’i dizebilir, Kuran’ı sezebilir; çünkü insandır ve tanrıya mal edilen her şey her marifet insanda mevcuttur. O halde kutsal olmayan, insanın eseri olan bu kitaplar; Alevi öğretisine göre, mutlaka uyulması gereken buyruklar değildir. Ancak akli olduğu zaman geçerliliği vardır ve uyulabilinir. Dolayısıyla Aleviler,  Müslümanların tanrı buyruğu olarak gördüğü Kuran’a ya da diğer kitaplara pek itibar etmeden “okunacak en büyük kitap insandır” diyerek somut insan gerçekliğini işaret ederler. Bu konuda işin bir diğer boyutu da, “Kuran değiştirilmiştir” denilerek ya da Kuran ayetleri farklı bir biçimde yorumlanarak (batini yorum) bir takiye yöntemine başvurulmasıdır.

Tanrı ve insan ikilemine son veren Aleviler; tanrı tapıncına da son verirler. Tanrıyı insan olarak gördükten sonra doğaldır ki bir insanın kendi kendine karşı tapınması ortadan kalkar ve tanrı adına yapılan bütün ibadetler anlamını yitirir. “ Oruç, namaz, zekat, hac cürm ü cinayettir/ Fakir bundan azattır has ül heves içinde/ Aynel yakın görüptür Yunus mecnun oluptur/ Bir ile bir oluptur hakk-al yakın içinde” Tanrıyı kendinden ayrı görmeyen Yunus için bu ibadetler anlamsız olmanın ötesinde tanrıyı inkar sayılır, dolayısıyla da cinayettir. Gerçekten de soyut bir Tanrı’ya adanan şekilci tapınmalar insan ruhunu öldürmekten, aklını çalmaktan ve insanın özgür iradesini yok etmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır. Bu tür ibadetlere itibar etmeyen Aleviler yönünü gerçeğe, insana dönmekle kendi yaratıcılığını da harekete geçiriyor; kendi kendisini ve içinde yaşadığı toplumsal düzeni sorgulamaya başlayarak, cennetini de bu dünyada kurmaya çalışıyor.

Tanrı tarafından verilecek ceza ve ödül, diğer bir deyişle cehennem ve cennet inancı insanları tapınmalara sürükleyen temel bir etken oluşturmuştur. Alevi öğretisinde cennet, cehennem, ahret, sorgu-sual, kıyamet, tanrı yazgısı gibi bir inanç görülmez. Aleviler cennet cehennem gibi ceza ve ödül gerektirecek bir ibadeti bir tür tüccar alışverişi sayar ve cehennem korkusundan ya da verilecek cennet ödülü karşılığı yapılan ibadeti  “Cennetle huri gılman sevdası vardı dilde/ Bu hal ile meğer ben, Hakk’dan uzaklaşırdım” diyen E.Harabi gibi tanrıdan, hakikatten uzaklaşmak olarak görür. Ya da “cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni” diyen Yunus gibi olaya bir karşılık beklemeksizin sevgiyle, aşkla yaklaşır ve Hakk’ı, gerçeği ister. Alevilikte ibadet; bir Tanrı buyruğu olarak görülmediğinden dolayı kurgulanarak ilahi bir yaşama adanmış bir davranış biçimi olarak gündemi işgal etmez. Cennet ve cehennemi kendi yaşadığı dünyanın ötesinde görmeyen Aleviler için, kuşkusuz, korkudan ya da ödülden dolayı bir ibadet anlamını yitirir. Bunun yanında, görünen evren ve insan ilişkileri dışında ve kendi aklının ötesinde kendisinden çalınan ya da kendisine bahşedilen bir değer inancını taşımadığı için de, ilahi bir varlığa şükran borcu ya da bir sıkıntının giderilmesi, bir isteğin yerine getirilmesi için yapılacak bir ibadet de anlamlı olmayacaktır.

Burada “Aleviler ibadet etmezler mi?” diye bir soru akla gelebilir. Doğrusu Aleviler bütün dini inanç mensuplarından çok daha fazla ibadet ederler. “Ben insana eğilirim/ Mecbur etmen taşa beni/Ne sağırım ne de körüm/ Kullanmayın maşa beni” Aşık Mahmut Erdal’ın deyişiyle Alevilerde ibadet, soyut bir varlığa, nesneye değil, somut görünen insanadır; diğer deyişle ahret denilen imgesel bir dünya ilişkilerine değil, yaşanılan gerçek dünya ilişkilerine adanır. İnsanın yaşadığı gerçek dünyadaki sosyal ilişkiler ibadetin gerçek özü ve zeminidir. Cem törenleri ve buna bağlı müsahiplik olayı Alevilerde bu sosyal ilişkilerin göstergesidir. Cem olayı, bize, mistik bir hava içinde ortak bir yaşamın, karşılıklı rızalıkla sürdürülen sosyal ilişkilerin, dayanışmanın bir sunumunu verir. Böyle bir ibadetin ise yeri ve zamanı yoktur. Her yerde ve her zamanda ibadet halinde olmayı gerektirir. Bu anlayışla da Aleviler, ibadeti, bir yaşam felsefesi, bir yaşam biçimi sayar. Tabiî ki bu felsefi bakış toplumdaki insan ilişkilerini kökünden etkiler. İnsanın insana kulluğu, insanın insanı sömürmesi, insanın insana eziyeti, zulmü gibi tümüyle insanı insana yabancılaştıran ilişkiler ortadan kaldırılır. “72 millete bir nazarda bak”,”sen sana ne sanırsan ayruğa da anu san” diyen bir anlayış insan–tanrı karşıtlığını ortadan kaldırdığı gibi insan-insan, karşıtlığını da tanımaz ve ortadan kaldırır. Alevilerin kıblesi, insandır. İbadet de insana edilir. Yunus’un deyimiyle asıl ibadet, bir insanın gönlünü yapabilmektedir. Yere eğilip kalkmayı ibadet olarak görmez Aleviler; yerdekini kaldırmayı ibadet sayar. Sonuç olarak, Alevilikte ibadet denilen şey; sosyal yaşamda insan-insana hak ve adaletle, eşit ve özgür bir biçimde kurulan ilişkilerin bizzat kendisinden başkaca bir anlamı teşkil etmez. Burada, bir Alevi canın yüzü, insana ve doğaya dönüktür. Bu da demektir ki, insana saygı ve doğaya saygı Alevi ibadetinin temel yörüngesidir.

İnsanın insana, insanın doğaya saygısı mikro düzlemde bireyi makro düzlemde toplumu eğitmeyi gerektirir. Toplumsal eğitim ise, başlı başına bir sosyal sistemin ortaya konulabilmesidir. Bu eğitimindeki hedef, insanın, her türlü kötülükten, her türlü yabancılaşmadan arındırılarak insanın kendi kendisini tanımasına (buna insanın kendi kendisine saygısı da diyebiliriz) yardımcı olup, insanın kendi içindeki “tanrısal öz”ü açığa çıkarmak ve böylece mükemmel insana, yani “kamil insan”a ulaşmaktır. Buradan hareketle insanın kendi kendisine saygısından, insanın diğer insanlara saygısına ulaşmaktır. Asıl hedef toplumun dönüştürülmesidir, yani “kamil toplum” yaratmaktır. İnsanın içindeki Tanrısal öz; sevginin, aşkın, ışığın, güzelliğin, iyiliğin, aklın, bilginin tüm pozitif kavramların en mükemmel tasarımının bir ifadesidir. İşte, insan, kendi içindeki bu tanrısal sırrı keşfetmesiyle “insan-ı kamil” mertebesine ulaşıp Hakk’la Hakk olur. Alevilikte insan-ı kamil mertebesine ulaşmak Hacı Bektaş Veli’nin “eline, beline, diline sahip ol” öz deyişiyle ve daha geniş çerçevede “dört kapı kırk makam” ahlaki öğretiyle ele alınır. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapıları olmak üzere dört kapıdan ve her bir kapıya bağlı on makam olmak üzere toplam kırk makamdan oluşan bu öğreti, yola giren bir “can”ın kamil insan mertebesine ulaşabilmesi ve hakikat sırrına (sırr-ı hakikat) erebilmesi için bir dizi önermeleri, kuralları içeren evrelerdir. Bu kurallar, önermeler mistik bir hava içinde ve zamanın dinsel iklimi içinde sunulsa da insana, dünyaya dönüktür. Aleviler, dünyalı olmayan hiç bir şeyi kabul etmemişler ve var olanı da kendilerine göre batini bir yorumla kendi anlayışlarına uyarlamışlardır.

Alevi öğretisinin toplumsal boyutunu, felsefi derinliğini görmeden, kavramadan Aleviliği anlamak pek olanaklı değildir. Aleviler, kendi öğretilerini bir yaşam tarzı olarak ele alır ve bunu hayata uygulamaya çalışır. Ancak toplumdaki maddi üretim ilişkilerini dönüştürmeden toplumda istedikleri yaşam tarzını oluşturabilmelerinin olanağı olmadığını da bilirler. Siyasi kavga, iktidar kavgası da bunun için verilir. Verilen siyasi kavgayla iktidarı ele geçirip Alevi yaşam tarzını tüm toplumsal boyutta oluşturacak dönüşümleri gerçekleştiremeyince kendi özlemlerini çeşitli betimlemelerle, toplumsal sürece dahil etmeye çalışmışlardır. ‘Rıza Kenti’ ve ‘Kırklar Meclisi’ söylenceleri bunlardan biridir. Bu söylenceler, birlikte ele alınıp dikkatlice irdelenirse Alevilerin, nasıl bir toplum projesi arzuladıkları açıklıkla görülecektir. Bu projeler, günün dünya ilişkilerine ve tanrıbilimine dair projeler değil, gelecek dünya düzenine ve toplumbilimine ilişkin projelerdir. Tüm ilişkilerin karşılıklı rızayla yürüdüğü ‘Rıza Kenti’ projesinde, ne dünün feodal düzen ilişkilerine nede bugünün kapitalist düzen ilişkilerine yer vardır; görülecektir ki Rıza Kentini ziyaret eden ‘dünyalı’ o kentin kurallarına uyamaz; çünkü bu kentin kuralları kendi dünyasına uymaz. Bu söylencede, eşitsiz feodal ilişkilerinin ezdiği günün koşullarına karşıt, eski eşit ve özgür kabile ilişkilerine duyulan özlemle geleceğin eşit ve özgür toplum imgesi yansıtılır. Kırklar Meclisi söylencesinde ise, yaşanılan dünyada peygamberlere, tanrılara yer verilmez; o dünyada din de diyanet de ve her türden hiyerarşi de ortadan kalkar. Bu mecliste cemiyetin, toplumun tam bir vahdet hali, mutlak eşitlik durumunu görürüz. Bu imgelerle, betimlemelerle Rıza Kenti ve Kırklar Meclisi söylenceleri, bizlere, tüm alt yapı ve üstyapı ilişkileriyle sosyalist-komünist toplum ilişkilerinin bir benzer örneğini, bir öncülünü sunar.

Alevi öğretisi bir halk öğretisidir. Bu öğretinin beslendiği kaynak da halkın kendi somut toplumsal ilişkileridir. Alevi kimliği bu toplumsal ilişkiler içinde şekillenir ve toplumsal süreçte kendine bir yol edinir. “Sorma be bilader mezhebimizi/Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır” diyen Kul Nesimi’ye biraz kulak verip duymak isteyenler Alevi kimliğini, Alevi yolunu pek ala anlayabilir. Buradaki asıl sır, Alevilerin, doğaya ve topluma nasıl baktıkları ve doğa ve toplum olaylarını nasıl yorumladıklarıdır. İdealist bir pencereden değil, materyalist bir pencereden bakan Aleviler aklın kılavuzluğunda kendilerine bir yol çizmişlerdir. Bu yol tanrıbiliminin yolu değil, insanbiliminin yoludur.

Ellerin kabesi var

Benim kabem insandır

Kuran da kurtaran da

İnsanoğlu insandır...



Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

SIRADAKİ HABER

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56