Gençken bilgi ağacını dikmesek, yaşlandığımız zaman
gölgesine sığınacak bir yerimiz olmayacaktır.
S. R. CHAMFORT
Çorak yazısında: Yörenin en büyük tarlasında adam boyu sarı bursa buğdayı vardı. Yavaş yavaş tene tutmaya başlamış; Ahşamdan çiseleyen yağmur başak kılçıklarının üzerinde domur domur suları, hafif esen bahar rüzgârı savuruyordu. Doru atından tarlanın başında enen Yusup; Tarlayı adam boyu ekinin içinde eliyle başakları seve seve gülümseyerek gezdi, ekinler çok güzeldi bereketli bir yıl olacağı belliydi, Yusup’un yüzü bundan dolayı hep gülüyor ve hiç durmadan tenha yerlerde ısılık çalıyordu, bu onun çok keyifli olduğunun işaretiydi. Bıyıklarını büküp atına atlayan Yusuf oradan atını sürüp, Kırmanın önü, Midemoğlu’na, Köstüm Köpeğine, Kumlara, en son da Baz Gölüne geldi, büyük tarladaki arpayı gezdi. Bir demet göğ arpa yolup, “Anöğme gösteririm” dedi içinden, heğbesine attı, Arpanın içi hep yağlenpe paklasıydı, bir demet de pakla etti, arpa tarlasının üst tarafındaki göze başına getti, atını suvarıp çayıra bağladı. “Paklayı yer, ata atlar köye gederim yolduğum göğ ekinleri anöğme gösteririm” dedi, gülümsedi. Anöğsünün ekinleri gördüğünde nasıl sevineceğini hayal etti. Ata bindiğinde göl dağının başında yağmur bulutları Ektire doğru geliyor, Güneş bir görülüp bir kayıp oluyordu bulutların içinde.
Şeher gediğinde Nayna ile göz göze geldi, daha o sormadan, ekinlerin adam boyu olduğunu bire on beş vereceğini, ahşam ki yağan yağmurun firik suyu için ne güzel olduğunu anlatıp deyneğine yüklenerek dikleşen Nayna'nın yüzünü de güldürdü.
Gapının önünde guyunun başında yayık yayan anası, garşıdan oğlunun şen şakrak gelmesinden ekinlerin eyi olduğunu tahmin etmişti, Gapıya varıp atını bağlamasıyla, heğbesinden göstermek için yolduğu Arpa, Buğda demetlerini anasına gösterip, “Anöğ adam boyu ekinler, Arpalar da eyle” deyip yılın bereketli geçeceğini müjdeledi. “Arpalar gızarmaya başlamış on beş güne galmaz girilir, Tahirköy’de Vartan’a orağımı biletem de gelem yarın” diyordu.
Yıl 1967, ekinler bereketli, ambarlar dolup taştı, yazı yaban insan dolu. Genç kızlar gelinler, genç delikanlılar, yaşlılar yollarda. Gece yarısı, sabah seher vakti “Çüüüş ge”, “Ola hayla da gel”, “Ellere galasın zoyha” sesleri arıt yollarında yazı yabanda yankılanıyor, kimi at sırtında, kimi eşek kimi öküzlerinin peşinde ha gayret insanlar gan ter içinde çalışıyor. Yukarı Sülmenli’de Hasan çavuşun öldüğü sene… Kaygana, keküç, bitrak, haldar, ekinler adam boyu…
Dağ gibi harmanlar vuruldu, Ekinler derirken insanları çok yordu. Yusubu ziyanın Altı harmanı vardı, düvenle harmanları işlerken dalıp dalıp gidiyordu. Yukarı Sülmenli’de piyerde su içerken göz göze geldiği köyün güzel ela gözlü kızı Rüzgâr’a âşık olmuştu. Köyün çeşmesine bakan pencerede Rüzgâr’ı gördükçe bir hal oluyordu. İçinden kendi kendine ‘Aşuh oldum’ dedi. Yusup da köyün en yakışıklı genciydi. Sürmeli gözleri, pala bıyığı ve kendine has gülümsemesi ile Rüzgâr’ın kalbinde belleğinde datlı bir haz bırakıyordu. Piyerde bir kaç sefer daha göz göze gelmişlerdi. Yusup Yukarı köye gettiğinde: Teze şalvarını, kutnu gömleğini geyer, şapkanın altından perçemi belli olur tel tel anlına doğru saçaklanırdı, Bu yakışıklı görünmesini dadlı gülüşleri ile tamamlaması. Rüzgârın âşık olmasına yetiyordu.
Derken harmanlar kalktı. Bereketli bir yıl oldu, Anbarlar dolup taştı, Bulgurlar gaynatılıp, Unluklar yıhandı, mağsereler sarı kepekleri savruyor, ince ince un çıkaran su değirmenlerinde yükler tavana vuruyor. Memiğin, Şişko Osmanın değirmenleri ve Yukarı Sülmenli’de Dişöğ Memetin motor değirmeni sabahlara kadar çalışıyorlardı.
Yusubu Ziya gülümseyerek ekmek bişiren anasının karşısına oturdu. Birkaç gündür yemek az yiyen sık sık türkü çağıran şeherden aldığı yeni şalvarını geyip şapkasını takan ve gutnu köyneğini geyen, Yukarı köye gidip gelen oğlunda bir tuaflık vardı. Anası Haccatur bunu sezmişti. İşe güce bakmaz olmuştu. Aynanın karşısına geçip sık sık saçlarını tarayan oğlunu ekmek bişirirken karşında görünce çok şaşırdı Haccatur.Yusup yutkundu yutkundu, “Anaoğ, sağa bir şey söğleyecem emme bana gızma” dedi. “Ola ne değeceksin” dedi, ekşili ekmeği saçtan alıp ıccak ıccak Yusup’un öğüne attı. Aşyağını iccah ekmeğe sürüp dürüp yaptı Ziya. Sonra yutkunarak ekledi, “Anoğ, ben yoharı köye gettiğimde piyerde gözel bir kıza âşık oldum. Gece gündüz onu düşünüyorum yemeden içmeden kesildim, aşuh oldum” dedi.
Haccatur anladı oğlu sevdalı. Zaman gelip çatmıştı o yıl anbarlar buğda dolu. On beş tane de gıremse altunu var. “Ola kimlerden, bu gız kim?” dedi. “Anöğ, evleri piyere yahın. Kimin gızı olduğunu bilmiyim” dedi. “Ola onun adı ney?” dedi. “Anöğ gızın adı Rüzgâr; yüzleri alma gibi gırmızı, gara gaşlı, gara gözlü, bir gör kü göresin anöğ…” Anası, “Ola oğlum sağa gelir mi, konuştun mu?” dedi. Ziya, “Anöğ gaç kez piyerde göz ettim, güldü, bağa göz gırptı” dedi, yutkunarak devam etti, “Omuzuynan bağa vurdu, o da bağa aşuh. ‘İstesem bağa varır mısın?’ dediğimde “Heee deyip güldü” deyince Haccatur, “Eyi, yoharı köyde Filik Ali gile gedem gonuşam” dedi.
Yoharı köye Ali Haydar’ın, Sülöğ’ün, Alişe’nin, Nayna’nın hanımlarına haber verip, toplanıp beraber gettiler, Filik Aligile konakladılar. Köyün dilindeydi, “Rüzgâr gızın göğnü de varmış”, “Rüzgâr da Yusup’a aşuhmış” haberini aldı, döndüler.
Yusubu Ziya, Tahir köyüne getti, Guşulu Ali Rıza’nın gamyonunu ayarladı, köye döndü, 75 büyük kıl çuval buğda eledi doldurdu, yaşlı gamyon yanaştı, çuvalları doldurdular. Görenler şaştılar. Ali Haydar, Çatal Gafa, Sülöğ, Alişen, Garipağa şaştılar, “Ula bu ne gadar buğda” deyip ilendiler. Haccatur, “Beş tane de gremse canına gurban olsun” dedi, eşiden şaştı…
Guşulu Ali Rıza’nın gamyonu ağır yükün altında iki gat olmuş insan misali, Baz Gölüne doğru yol aldı. İki de bir yükü ağır olduğu için Bızzzıttt, Dııızzzıııttt, sesi geliyordu. Yusupu Ziya şöfor mahallinde bıyıkları bükmüş, şalvarı geyinmiş, eline tespiği Malatya Gantarcı Garacına yanaştı. ‘Sağ yap, sol yap’ sesleri arşa çıkıyordu. Yükleri boşaltıldı zor bela. Alaftarlar Yusup’un buğdasına bayıldılar, “Nerenin buğdası?” dediler. “Arguvan Ektir’in buğdası gardaş” dedi. Bir avuç alıp yukarıdan çuvala doğru döktü. “Sarı Bursa buğda” dedi. Buğdası çoh geçmeden kapış kapış alındı, paraları cebine goyup heğbeyi omuzuna alıp şeheri baştanbaşa dolaştı, Anöğsünün dediklerini fazlasıyla aldı. İki tane boyalı desenli gelin sandığı, Patıska, yorgan yüzü Anöğsü ne dediyse, ama aklında hep Rüzgâr vardı, onunla göz göze geliyor aldığı bütün şeyleri ona gösteriyordu, gülüyor içinden türkü söğlüyor. Sıtmapınarı’na varıp ahşap iskembeli lokantada yarım ekmek arası helva yeyip üzerine su içip gamyonnan köye döndüğünde keyfine diyecek yoktu. ‘Yusubu Ziya’nın ufağı defeği geldi’ haberi üzerine kadınlar dam başında, pencerelerde enen ufağı defeği görünce gözlerine inanamadılar. Bu durumu sezen Yusup gülerek sağa sola bakıp keyifleniyordu.
Ali Haydar elinde şillan çubuğu beş geçiyle; Hasan Şıh gilin gapıdan köyün içine doğru gediyordu. Hasan Şıh, Bikköğ, Mıstalı, Hakkalmazın oğlu Abdulla, Şemen, Ataş Ağa şaştılar, “Bunlar satlık mı?” dediler. Ali Haydar, “Yoh, Damat Yusup’un düğünü için kesilecek”. Hasan Şıh, “Ne dey ula, bu gadar geçi kesilir mi?” dedi, şaştılar. “İki tane de evde var gelinin ayağına kesilecek” dedi. “Ula bu Haccatur ne gadar zenginmiş?” deyi ilendiler. Hakkalmazın oğlu Abdulla, “Haccatur’da çoh altun var, anbarlar dolusu buğda var Ektir’in en zenginlerinden, baba siz ne deysiğiz?” diye gülümsedi.
Piyerin hemen yanında: Rüzgârın evinin damına görkemli bir bayrak ve direğinde goca bir elma. Bayrak dalgalanıyı. Ektirden Halime Haccatura, ''Bizim Mahap davulcu, davulu ayarladım” dedi. Davulcu Mahap zurnacı Gebikli Mecdin davulun sesi İsaköyden duyuluyor nefis bir sonbahar günü Ekim ile kasım arası. Şerbet, et, para su gibi. Davulcu Mahap hem davul çalıyor hem damat Yusup’un saçtığı paraları topluyor. Zurnacı Mecdin ise yanakları gıp gırmızı olmuş, ensesi şişmiş zurnasından ha bire şorik akıyor. Vur davulcu davulu dedi Ali Filik, Sirli, Dede Çavuş, Ataş Ağa, Dükkâncı Vela, Mıstalı, Ali Filik tıs tıs deyip mendili bacaklarının arasında sallayıp iki kat oluyor. Boynunda saçı peşkiri, arada bir heeyyy diyor, avazının çıktığı gadar bağrıyor. Hasan Şıh, “Ula şu Ali Filiğe bak, ne güzel oynuyu, sanki heç gemiği yok” diyor. Şerbetci Deli Ali’nin oğlu Gazi’nin tepsisine atılan bozuk paraların çıkardığı sesle, “Allah heyirli eyleye” sesleri bir birine garışıyor. Bir gara gazanda yapılan şerbet ise gelene gedene dağıtılıyor içen ula ne gadar güzel olmuş dedikten soğra, Allah heyirli eyleye diye diye ikinci sefer sesleniyorlar. Boş şekerli gırmızı şerbet içeni mest ediyor.
Dışarıda köy meydanında atlar guyrukları top yapılmış bir birlerine kişnerken, ata binenler atları iki ayaküstüne galdırıp cirit için hazırlık yapılıyordu. Köy meydanına sepilen çuvallar dulusu samanla köy içinde çamurdan eser bırakılmamış, bir hoş olmuştu meydan. Davul zurnanın yanı sıra cirit ise düğüne ayrı bir renk katmış, köy gençleri bu görkemli düğünü ciritteki hünerleri ile gösterirken köy meydanını dolduran çoluk çocuk kadınlar düğünün seyrine doyamıyorlardı.
Yemekler döküldü, şerbetler içildi geçiler kesildi tam üç gün üç gece davul zurna sesi kesilmedi. Mehiri yazıldı Yıl 1967… Elinde bir deste ağaç renkli çimşir gaşıkla mehiri yazan İsmail efendiye sesleniyordu Avni Göksu Emmi, “İsmail Efendi, İsmail Efendi çimşir gaşıhları yazdın mı?” diyordu.
İsmail Efendi, ''Yahu yazdım, Avni yazdım onları” dedikten sonra, bir top patıska, iki alaminyom tencere, bir bakır ibrik, sekiz gırlet, bir aynalı garyola, bir gaz ocağı, on iki çay bardağı, diye devam eden mehiri İsmail Efendi özenle yazıyordu. Bir sayfa yetmemiş bitmiş, ikinci sayfa için Garip Göksu’nun eline tutuşturdukları bir yumurta ile acele Ücünün dükkânından kâğıt istiyorlardı. Hasan Şıh, “Ula bu ne gadar bohça?” diye şaşkınlığını dile getiriyordu. Bereketli yılların düğünlerinde mehirler çok kalabalık oluyordu tam dört sayfa guşkana, çatal, kaşık, ganöğçe, yastıklar, neler neler… Yusubu Ziya şeherden tam iki sandık almıştı geline tıka basa dolu eşşeklere çattılar sandıkları bohçaları herkes şaştı gören hayran oldu.
Böyle bir düğün görülmemişti yediler içtiler ektire çoh gelin verdik çok gelin geldi emme böyle bir düğün ilk defa oluyordu ektire çaput top oynamaya gederken susadığımızda bir tas su veren köylümüz artık Haccatur’un kapısında gelindi Rüzgâr Ablamız. Ama bu evlilik iki ay sürmüştü. Yusupu Ziya, “Neydem gadoğ, anöğüm çimerken sırtını öğelemedi” diye Rüzgârı ile evlilik bozulmuştu ama olsun dillere destan bir düğün yapılmıştı. Çok masraf edip çoh yorulmuştu, felek mutluluğu çoh gördü Yusupu Ziya’ya. Ondan sonra heç evlenmedi, feleğe küstü. Anöğü bu dünyadan göçünce içine gapandı eriyip getti. Kumara içkiye verdi gendini, tarlaların hepisini kumarda utturdu, kendisi de el kapılarında orakçı olarak yazın ekin biçip kazandığı ile kışın zor bela yıllarca ayakta kaldı. Sefil bir şekilde bu dünyadan göç etti. Kendisine Allah’tan rahmet diliyoruz.
Evet, hayat akan bir ırmak misali, kenarında söğlenen türküler ise hem ağlatır hem güldürür. Dostlarıma geçmiş anıların unutulmaması kültürümüzün yaşanması hatırlanması amacı taşıyan bu öyküyü saygı ile sunuyorum.
Kaynak: Süleyman Özerol
çok güzel bi̇r solukta okudum,orhan kemali̇n romanlari tadinda ,yerel şi̇ve ve mekan tesfi̇rleri̇ i̇le süslenmi̇ş i̇nsana tari̇hi̇ yolculuk yaptiran böylesi̇ne güzel ve canli bi̇r öykü okumanin tadini tattirdiğindan dolayi sayin ali̇ adigüzele teşekkürler saygilar