-Tık tık
-Kim O?
-Benim, Göğce bacı, Solmaz. Bizimkiler yarın erkenden ziyarete gidecekler. Siz de buyurun gelin dedi, babam.
-Tamam gurban, Allah kabul etsin.
-Tık tık
-Kim o?
-Benim Gül ana, Solmaz.
-Benim Miyese bacı, Solmaz.…
Yaz sonları idi. Büyük bir heyecanla kapıları tek tek çaldım. İlk kez bir ziyarete gidecektim. Benim gibi çocuklar için ziyarete gitmek, başka yerler görmek, gezip eğlenmek, köy işlerinden uzak, bir günlüğüne de olsa sevdiklerimle güzel bir zaman geçirmek demekti.
Hazırlıklarımızı yapıp kurbanımızı aldıktan sonra, gün doğmadan sabah erkenden Teslim abinin traktörleri ile yola çıktık. Traktör römorkunda bazı akrabalarımız, komşularımız ile birlikte babam, annem, Kasım, Müslüm, Hasan abim, ablam ve ailenin en küçük çocuğu ben vardım. Dedem ile ebem köy işleri için evde kaldılar.
Toprak yollarda toz duman içinde, Göğce bacımın söylediği türküler eşliğinde köyün arazilerinden geçip, önce Kuruçay ,sonra eski çağlardan kalan Kırkgöz Köprüsü’nden geçtik. Çok büyük kayısı bahçelerini ve birkaç köyü geçerek Korucuk denilen bir köyün yakınlarında durduk. Burası Hasan Basri’nin mezarının bulunduğu, ziyarete geldiğimiz yer imiş.
Tohma Çayı kenarında bir yanı söğüt ağaçlarıyla dolu, bir yanı Tohma Çayı’na uçurumu olan, altta Tohma Çayı’nın geçtiği, hemen yanında Fırat Nehri’nin aktığı ve karşısında kutsal bildiğimiz Abdulvahap Dağı’nın bulunduğu bir yer idi.
Hasan Basri; Üstünde yeşil kubbesi olan, altta kaymasın diye beton direkler ile desteklenmiş küçük bir beyaz binaydı. Önce eşyalarımızı indirip hep birlikte binanın içerisindeki yeşil örtü ile kaplı mezarın başında dua ettik.
Herkes elini yüzünü bu mezara sürerek, dua edip sonra örtüden bir parça kesip boğaz ve kollarına bağladılar. Ben acaba içinde ölü var mıdır diye korkup uzak durdum. Ablam örtüden bir parça keserek kol bileğime bağladı. Bana şans getirsin, beni her tehlikeden korusun diyeymiş.
Babam uzun boylu, esmer, ince yapılı, geniş alınlı, ön saçları biraz dökülmüş, çok çalışkan bir insandı. Hiç boş durmaz, sürekli bir uğraşı içinde idi. Babamla ilişkilerimiz hep resmiydi. Babam sevgi dolu biriydi. Ne bir naz yaptım, ne at oldu üzerinde bindim, hatta doyasıya sarılamadım. Sonradan bunun nedenini öğrendiğimizde çocuklar pek sevilmez, şımartılmaz, yüz verilmezmiş, büyükler ayıplarmış.
Annem 30 yaşlarında, çok güzel ve çok zeki bir kadındı. Orta boylu, beyaz tenli, çok yoğun ve uzun saçları vardı. Bana koyun gözlü kızım derdi. Beni sevdiğini bilirdim.
Benimle en çok ilgilenen, en çok sevgi gördüğüm, Müslüm abimdi. Liseye gidiyordu. Bana şehirden oyuncaklar getirir, okuduğu kitapları anlatır, çeşitli konularda bana bilgi verir, okumamı ve kültürlü bir insan olmamı çok isterdi. Uzun boylu, yakışıklı, donanımlı, çok düzgün ve herkesin takdir ettiği bir gençti. Ben onu çok severdim, ailemizin göz bebeği gibiydi.
Ablam, sanki abla değil annem gibiydi. Her şeyi bana o öğretir, her şeyimle yakından ilgilenir, hatta elimi yüzümü dahi yıkardı. Biz abla-kardeş değil iki arkadaş ve dost gibiydik. Her zaman da öyle oldu.
Tüm günümü ablamla birlikte geçirdim. Herkes kurban kesme, yemek yapma, su taşıma işindeyken biz söğüt ağaçları arasından akan Tohma Çayı’nda yüzdük. Nehir kenarında koştuk. Renkli taş ve kabuklar topladık. Deniz kenarında kumsalda güneşlendik. Ziyaretin yanında bir dilek taşı vardı. Büyükçe bir şey… Dibinde küçük çok yassı, adeta şeffaf, bozuk paralara benzeyen küçük taşlar vardı. İnsanlar başına toplanınca biz de merak etmiştik. .Bu nedir diye?. İnsanlar öndeki küçük taşları eline alıp, bir dilek tutarak büyük taşa yapıştırırlardı. Taş yapışırsa dileği kabul olurmuş. Ben de öyle yaptım. İçimden öğretmen olmak istedim ama dileğimi kimseye söylemedim. Söylesem olmazmış, öyle dediler.
Tüm günüm, akraba, komşu ve ailemle çok neşeli ve mutlu geçti. Köydeki arkadaşlarıma bunları ballandıra- ballandıra anlatmayı dört gözle bekliyordum. Bu benim ailemle geçirdiğim son ve en güzel günmüş, nerden bilebilirdim.
Ertesi sabah, erkenden kalktım. İlk yaptığım şey ekmek üstüne annemin hazırladığı kaymağı yemek için selenin yanına gitmek oldu. Hatice ebem, her zamanki gibi ocak başında süt pişiriyordu. Ama nedense ,çok garip bir sessizlik vardı. Erkenden uyanmış sadece ben miydim? Yoksa geç kalktığımdan herkes köy işlerine mi başlamıştı? Çok şaşırdım. Odada yataklar çoktan toplanmış, abimin odasına gittim, boş. Anne babam, abilerim, ablam evde dedem ile ebemin dışında kimse yoktu. Koşarak tekrar Hatice ebemin yanına gittim. Durumu orada öğrendim. Anne babam Almanya’ya gideceklermiş. Diğer abilerim ve ablam onları yolcu etmek için şehre gitmişler. Okullar da açılmaya yakın olduğundan diğerleri şehirde kalacaklarmış.
Bir anda yapayalnız kaldım. Günlerce ağladım. Artık evde İbrahim dedem, Hatice ebemle bir başıma kalmıştım.
Artık tüm zamanım, sabah ve akşam üstü vakitlerde köy altında, güneylerde, topuzlukta komşumuz yaşlı Yetikköğ bacıyla kuzu çobanlığı yaparak, öğlen vakitlerinde ekinde, tarlada, harmanda çalışan işçilere su ve yemek taşımakla geçiyordu.
Biraz büyüdüm, ilk okula başladım yanımda anne-babam ve kimse yoktu. Karne alırdım ,kimsem yoktu. Tüm arkadaşlarım aileleri ile birlikte idi, tavukların civcivleri vardı, koyunların kuzuları. Herkesin bir ailesi var ama ben yalnızdım. O günlerde en çok, bazen köyün üstünde çok yükseklerden geçen ,arkasında yoğun bir iz bırakan yolcu uçaklarına el sallayarak “ Almanya daki anne-babama selam söyle” demek, bu onlarla bir haberleşme yolu imiş ,sanki beni duyarlarmış gibi hoşuma giderdi.
En çok sevindiğim, o anları dört gözle beklediğim anne-babamın yaz aylarında yıllık izinleri için köye geldikleri zamanlardı. Benim için adeta bir bayram ,tarifsiz bir sevinçti. Almanya kokan anneme sarılmak, ölümsüz olduğum anlardı. Bana getirdikleri hediyeleri incelemek, yeni giysiler giymek, oyuncaklarla oynamak ve bunları arkadaşlarıma göstermek, en çok gülfiye adını verdiğim bez bebek ile konuşmak ,onun saçlarını taramak ,kucaklayarak onunla yatmak çok hoşuma giderdi. Ama bu mutlu zamanlarım çok sürmez ,anne-babam tekrar Almanya ya dönerken, ben yine bir evin içinde ebem ve dedemle birlikte, köyün yoksun ve sıkıntılı yaşamına geri dönerdim. Zamanla bunlara alıştım.
Hayat insanı ne zor şeylerle sınarmış, keşke ölüm değil, sadece ayrılıklar olsaymış. Bir kış günü Turan dayımı kaybettik. Almanya dan getirdiler cenazesini, ben çok ağladım. Ölüm gerçeği ile ilk kez tanıştım. Daha önce insanların öldüğünü bilmiyordum. İnsanlar bir yerlere gider, göremeyiz, onları özleriz. Ama sonunda yine gelirlerdi. Gidip de dönmemek, bir daha hiç görmemek çok acı bir şeymiş ,sonradan anladım. Daha büyük acıların beni beklediğini nerden bilirdim.
Şu kaderin işine bak, Müslüm abim liseyi bitirmiş, anne-babam onu biraz gezsin- dolaşsın, yeni yerler görsün, tanısın diye Almanya ya davet etmiş. Bir gün Kıbrıs savaşı çıktığını duyarak, televizyonda haberleri izlerken annem “Yazık bu genç çocuklara savaşta yok yere ölüyorlar” deyince, abim ayağa kalkıp “ Sen ne diyorsun anne, Vatan için ben de severek şehit olurum “ demesin mi. Kader o andan itibaren ağlarını nasıl ördü ise, kısa sürede abim askere alındı ve asker olarak Kıbrıs a gitti.
O gün köyde, herkes kendi aralarında sessiz sessiz konuşuyorlardı. Ben yanlarına gidince susuyor, üzgün ve ağlamaklı gözlerle bana acıyarak bakıyorlardı. Hiç anlam verememiştim. Oysa ailemizin göz bebeği, en çok sevdiğim, zeki, yakışıklı , benim kahramanım Müslüm abim şehit olmuş. Henüz 20 yaşında. Bir gurup asker getirdi cenazesini, yüzüne baktım gözleri açık gülümsüyordu. Bu benim ve ailemin en büyük yıkımı oldu. Ben henüz 10 yaşında idim. Keşke bende ölseydim, abimle birlikte beni de toprağa gömselerdi.
Ama zaman her şeyi örtermiş. İyisi kötüsü ile ben de büyüdüm , öğretmen oldum ve çoluk çocuğa karıştım.
Geçen zaman içinde, köyde en kalabalık ailelerden biri olan bizim ailemizde, sırayla bende emeği çok fazla olan Hatice ebemi , Ali Ekber amcamı, İbrahim dedemi, Teslim abimi, dayılarımı, teyzemi, babam Ali Seydi yi, Kasım abimi kaybettim. Şimdi ise, Bir hane içinde , büyük bir aile olarak yaşayan , insanlarla cıvıl cıvıl olan o evler, o büyük konaklar yıkılmış her şey viraneye dönmüş, her şey toz-toprak olmuş.
Artık bende yaşlandım, bir kez daha ailem ile birlikte güzel vakit geçirdiğimiz o günleri anmak için tekrar o ziyarete gitmeyi çok istiyordum ve gittim. Fakat ne ziyaret kalmış ,ne köyler, ne bir iz. Yapılan barajın suları altında kalmış her şey ,silinip gitmiş. Hüzünle Fırat kenarında oturdum , ilk çocukluğumda burada geçen anlarını düşündüm. Kutsal dağa dönerek başladım seslenmeye
Abi !
Baba ! ,Hatice Ebe ! Gülfiye…..neredesiniz………
İRFAN GÖKSU
10 Mayıs 2020