Kışı aratmayan bir güzdü, iyi hatırlıyorum güzdü. Kındıraların üzerinden tarhanaları yeni toplamıştık. Çuvallara koymuştuk, yağmurdan kaçıra kaçıra kuruttuğumuz tarhanaları. Firiğini de severdim şoğrasını da. En çok da tereyağındaki anığın sıcak şoğranın üstünde cızırdarken çıkardığı sesi ve anık kokusunu severdim. Bu nefis koku, ana kokusuydu. Bu kış, tarhana şoğrasını Arapgir’de içecektik. Arguvan’ın Karahöyük köyünden Arapgir’e göçüyorduk.
Anam Vartanuş Sultan, usta dokumacı. Arapgir’de bez dokuyacak, kilim dokuyacak yaza kadar. Yazın yeniden Karahöyük’e döneceğiz. Ben dokuz yaşımdayım, Güssün bacım da beş yaşında. Anam, ben küçük olduğumdan uzun boylu görünüyormuş. Upuzun saçları, ela gözleri kaldı aklımda anamın. Sesi nasıldı, kokusu nasıldı, hiç hatırlayamıyorum. Ne zaman tereyağında cızırdayan anık kokusu yayılsa ortalığa, burnumun direği sızlar. Bir şeyi çok iyi biliyorum: Şu dünyada bir tek anam severdi beni. Çok severdi, çok. Seksen yedi yaşımdayım, hâlâ anamın şefkatle başımı okşamasını özlüyor; sevecenliğinin eksikliğini duyuyorum.
Biz, o soğuk güzde Arapgir’e göçerken anam gebeymiş. Hayvanların sırtında birkaç parça eşya ile yol üstündeki köylerde konaklayarak Arapgir’e ulaşıyoruz. Anamla babam yürüyorlar. Bacımla ben hayvanlara yüklenmiş pendeklerin üstünde yolculuk yapıyoruz. Geçen kış oturduğumuz ev değil burası. Evvelki yıl, ayakkabıcı dedem Minas Ganzanakyan’ın evinde oturmuştuk Cingirik dükkânların olduğu yerde. Geçen yıl Berenge Mahallesi’nde Dede Bekiroğlu Ali Efendi’nin evinde oturmuştuk. Bu yıl değişik bir yere geliyoruz, Tenekeci Satoğ’un evinde oturacağız. Babam, bizi Arapgir’e bırakıp ertesi gün Arguvan’ın köyü, Karahöyük’e dönüyor.
Yakınımızda Ermeni kilisesi var. Beyaz kesme taşlardan örülmüş duvarları, çocuk gözüme öyle heybetli görünüyor ki… Bu muhteşem kilisenin sonra ortaokula dönüştürüldüğünü, daha sonra da dinamitle yerle bir edildiğini öğreneceğim. Çocukluğum dinamitlenmiş, diye içim ezilecek. İşte bu görkemli kiliseye yakın Cingirik Dükkânlar var. Cingirik Dükkânların bulunduğu Hoca Ali Mahallesi’nde Tenekeci Kel Satoğ’un taş binasında oturuyoruz. Bu taş bina iki katlı, çocuk gözüme saray görünüyor. Bahçeden yola binanın dışından bir taş ayakçakla çıkılıyor. Babamın hariklerini giyerek ayakçaktan inmeye kalkıştığımda, ayakçaklardan yuvarlandığımı unutmadım. Bize en fazla sahip çıkan Ermeni komşumuz Basmacılar’ı da unutmadım. Özellikle “ana” Basmacı’yı… Ana Basmacı’nın bize analık etmesini, bizi koruyup kollamasını, tüm bunları içten bir sevgiyle yapmasını hiç unutmadım.
Anam çok güzeldi, çok iyiydi, becerikliydi. Çok severdi anam beni. Çok da akıllıydı, her şeyi bilirdi anam. Yıl 1933, anam ortaokul mezunuydu. Harput’ta ortaokulu bitirmiş; dil öğrenmiş, müzik ve dikiş nakış eğitimi almış, aynı zamanda usta bir dokumacı. Arapgir’in Şepik köyündeymiş nişanlısı. Dedem, ayakkabıcı Minas Kantsanagian (Ganzanakyan), 1915’te Ermeniler, sadece sırtlarındaki giysileriyle, hayatta kalabilmelerinin mucize olabileceği çöllere sürülünce, anamın ailesinin de felaketi başlıyor.
Anamın babası çok çalışkanmış. Çizme ve kundura ustasıymış. Arapgirliler ona Zengin Minas, derlermiş. Anamın tüm ailesi, Ermeni oldukları gerekçesiyle Der Zor çöllerine sürülünce mallarına mülklerine; geride kalanlar, Ermeni olmayanlar konar. Çöllere doğru sel gibi akan Ermeniler, hastalıktan, açlıktan, yol boyu saldırılardan kırıla kırıla ilerlerler. Giderken canlarının yarısı olan çocuklarını, belki hayatta kalır diye birilerine emanet ederler, içleri kan ağlayarak. Anam Vartanuş’u da o zamanın Keban Kaymakamı Rüştü Bey, hizmetçi olarak alıkoyar. Anam, Rüştü Beylere beş altı yıl hizmet eder, Rüştü Bey ve ailesince korunur. Yok, etme, özellikle Ermeni erkeklere karşı acımasızdır, serttir. Ermeni kadınlar, nasılsa sindirilecek, asılları kolayca unutturulacaktır. Anamın adı Vartanuş’ken, Sultan olarak değiştirilir.
Güzel anam, iyi anam durmadan bez dokuyor. Gece gündüz bez dokuyor. Bacımla ben de yardım ediyoruz anama. Masuralarla oynuyoruz, sözde yardım ediyoruz. Şimdi geriye doğru gidiyorum da hayatımın tek ve en mutlu dönemiymiş analı günlerim. Güven ve sevgi, analı çocukların bildiği kavramlarmış. Hâlâ o günleri, en çok da anamı özlüyorum. Anamın başımı sevgiyle okşamasını özlüyorum, seksen yedi yaşımdayken bile.
Bir sabah, anamın dokuma tezgâhının bulunduğu yere koşuyorum. Oysa anam, başımızı okşayarak uyandırırdı bizi. Aceleci ayak sesleriyle, fısır fısır konuşmalarla doluyor kulağım. Komşu kadınlar oradan oraya seğirtiyor, yüzlerinde bir endişe görüyorum. Korkuyorum, küçük bacıma sarılıyorum, onu koruyacakmışım gibi; ama ben korkuyorum. O saray görünümlü güzelim taş bina, üstüme üstüme geliyor.
Arapgir, hiç bu kadar soğuk olmamıştır. Dünyanın hiçbir yeri, bu kadar soğuk olmamıştır. Taş bina, taş ayakçağıyla üstüme geldikçe Arapgir soğuyor. Ben donuyorum, zangır zangır titriyorum. Oysa aylardan mayıs, koyun kuzu meleşirken, çiçekler açmışken ben donuyorum. Benim güzel anamı toprağın altına koyuyorlar. 22 Mayıs 1933’te anamı Arapgir’deki mezarlıkta toprağın koynuna koyuyorlar. Benim doğum günümde, 22 Mayıs’ta anam ölüyor, en küçük bacımı doğurduktan sonra.
Daha dokuz yaşımdayım, anamın sevgisine doyamamışım. Anasız kaldığıma yanıyorum, beş yaşındaki Güssün bacım ağlıyor ona yanıyorum. Yeni doğan Hanımkız bebek bacım ağlıyor ona yanıyorum. Benim ağlamaya ne hakkım var, ne de zamanım. Birdenbire büyümek zorunda kalıyorum. Ana oluyorum, baba oluyorum, ağabey oluyorum; bir tek çocuk olamıyorum. Hem de çok sevdiği anasını kaybetmiş bir çocuk olamıyorum.
Kimsemiz yok Arapgir’de. Ermeni komşumuz Basmacılar var en yakınımızda. Basmacılar’ın anası var bize kol kanat geren. Arapgir’in o iyi, temiz, dürüst, yardımsever insanları var. Ama anamız yok. Anamın da kimsesi yok. Oysa bir zamanlar Arapgir’in hatırı sayılır ailelerinden biriymiş anamın ailesi. Geniş bir ailesi varmış, sevenleri çokmuş anamın. Oysa şimdi üç öksüz yavrusundan başka kimsesi yok. Anam; anasına, babasına, kardeşlerine, yavrularına hasret gidiyor. Arapgirli Minas Kantsanagian (Ganzanakyan)’ın kolej mezunu güzel kızı Vartanuş, kimsesiz gömülüyor yurdunun toprağına. Ailesini 1915 kıyımında yurtlarından kovuyorlar. Komşuları götürüyor anamı mezarlığa. Ardından ağıt yakanı bile yok anamın. Yavrularının çığlığından başka ağıt yok.
Arapgir’deyken ineği olmayan memur hanımları bile bize süt getiriyor. Basmacılar’ın anası: Ali yavrum, evde süt var deyip sütü geri çevirme sakın. Gelen sütü geri çevirirsen bir daha getirmezler. Fazla sütleri sitile koy, size yoğurt yaparım, diyor. Hem beş yaşındaki Güssün bacımı avutuyorum hem de yeni doğan Hanımkız bacıma bakıyorum. Arapgirli komşularımızın, özellikle Basmacılar’ın anasının yardımıyla.
Birkaç hafta sonra babam, bizi köye götürüyor. Köye, Karahöyük’e dönüyoruz; beni, tarladan harmana şahra taşımaya gönderiyorlar. Babamın akrabaları bakıyor bacılarıma. Yeni doğan bacım günden güne eriyor. Ağlayacak takati yok, sızlanıyor sürekli. Tarladan akşam gelir gelmez anamın yadigârı bebek bacıma koşuyorum. Yüzünü buruşmuş, dudaklarını kupkuru görüyorum. O çocuk halimle dikkatimi çekiyor, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu.
Mendilimi ıslatıp bebeğin dudaklarına değdiriyorum. Sıkı tutmasam, bebek; ıslak mendili yutacak, öylesine güçlü emiyor mendili. Meğer bebeği aç susuz bırakıyorlarmış ki ölsün.
Babama, akrabalarından bir kadını getireceklermiş, eş olarak. Gelen kadın üç “Ermeni sıpasıyla “ uğraşıp yorulmasın, hiç değilse en ufağı ölsün de kurtulalım, demişler. Akşama kadar aç susuz bırakırlarmış, anamın yadigârını.
Bir ay geçmeden, Hanımkız bacımın sızlanmaları artık duyulmaz oluyor. Pembe, çatlak dudakları, üstüne ıslak mendilimi koysam da kıpırdamıyor. Derin hüzünlü ela gözleri bir daha açılmıyor. Kollarımdan koparıp bir beze sararak toprağa veriyorlar bacımı. Yaralarım, bir türlü kabuk bağlamıyor. Yaralarım, asırların yarası. Yıllar sonra, şu şiiri yazıyorum:
ANAM
Melek yüzlü benim anam
Öldü gitti dünkü günde
Üç tane öksüz gülü de
Soldu gitti dünkü günde
*****
Arapgir’in kazasında
Kimse olmadı yasında
Üç öksüzü arkasında
Koydu gitti dünkü günde
*****
Yalınız çektim yasını
Kimse duymadı sesimi
O çocukluk hevesimi
Kırdı gitti dünkü günde
*****
Ali Kılıç gönül yası
Kulakta aç kardeş sesi
Ne bülbül ne gül hevesi
Soldu gitti dünkü günde
insanlık yüz kızartıcı bir geçmişe sahip. Bu yazıda anlatılan yaşananlar bunun örneği..