Yazı yaban şendi. Erkekler kadınlar ekin biçerdi, çocuklar biçilen buğdayları eşekle (şahra) köye taşır, su ve yiyecek getirirler. Yaşlılarsa köyde ocağı beklerdi.
Arğuvan’lılar yoksuldu, kanaatkardı. Susuz, ağaçsız topraklar tek geçim kaynaklarıydı. . Zorlu kış aylarında Allah’tan başka kimseye el açmamak için çalışırlardı. Başak tanesi kendileri için ekmek; sapları, hayvanlar için saman olacaktı. Bir başak tanesi dahi ziyan edilmemeliydi. Harmanda biriken her deste, yaşamın garantisi gibi görülürdü.
Bazen güzel olurdu ekin biçerken hep beraber türkü söylemek; hele seher vaktinde, gün batarken. Taa Kabaktepe nin eteklerinde orakçıların türküleri duyulurdu.
“Yarim seni Arguvan da görmüşler
Oy gülüm gülüm
Siyah saçlarını tel tel örmüşler
Vah gülüm gülüm
Ürüyamda seni bana vermişler
Ürüyalar gerçek olsa ne güzel
Vah gülüm gülüm
Dur gitme yarim”
Uzaklardan bir kız çocuğu, sürekli bir şeyleri yüksek sesle tekrar ederek ekinler içinde düşe kalka koşarak köylülere yaklaşıyordu. Yaklaştıkça sözleri biraz daha anlaşılır oldu. Köye bazı insanlar gelmiş, savaş çıkmış, herkesi askere çağırıyorlarmış, tüm köylüler köy meydanında toplanacaklarmış.
Ekin biçmekte olan köylüler şöyle bir doğruldu. Haberi duyanın gözlerinde fer, dizlerinde derman tükendi, o anda ellerinden oraklar düştü. Hiç kimse o andan sonra elini orağa uzatamadı. Tası tarağı toplayıp hep beraber köyün yolunu tuttular. Köye geldiklerinde herkesi köy meydanında toplanmış gördüler. Çocuklar, büyüklerin yüzündeki kaygılı ifadeye bir anlam verememişti. Her şey bir düğün, bir bayram gibi gelmişti onlara.
Davullar vurmaya başlamıştı yine “Ey milleti müslimin!, Padişah efendimiz, küffara savaş ilan etti;, eli silah tutan erkekler ,Allah ve padişah efendimiz yolunda silah başına, haydi gazanız mübarek ola!”.
Haydi savaşa.! Kolay mı savaş, sırası mıydı şimdi?. Başaklar tarlada kalmış, ambar boş, zemheri günleri için saman, ısınmak için tezek daha toplanmamışken. Ya ceylan gözlü çocuklar nasıl yaşayacaklardı. Kim bakacaktı, ne yiyip ne içeceklerdi... hepsi Allah a emanet. Tanrı buyruğuydu bu, alın yazısı.
Köyün eli silah tutan erkeklerin isimleri yazıldı kütük defterine. Kimler yoktu ki listede. Hasan Çavuş, İcim Dede, veli oğlu Hüseyin, Hasan oğlu Halil, Yusuf Çavuş, Iraba nın Mahmut, Gaga Süleyman, Ali Ekber, Sarı Ali(Benim Dedem) Dıllı Garip, Aşuroğlu Alim ve daha niceleri.
O gün hazırlıklar yapıldı. Yemek için bolca ekmek, kavrulmuş buğday (kavurga), elle yapılmış yün çorap, öküz derisinden yedek çarık ve hepsi heybenin gözüne erleştirildi.
Sevgisizlikten değil, belki hep çalışıyor olmaktan. Çocuklara bu kadar yakınlık gösterilmemişti. Herkes çocuğunu kucağına almış elinden tutum saçını okşamıştı. Niye bu güzellikleri fark etmemişlerdi şimdiye kadar ?nasıl ayrılacaklardı onlardan, yok muydu hiçbir çıkar yol?, Keşke her şey yalan olsaydı. Seferberlikti bu. Gidip de dönmemek vardı, sıkı sıkı tembihlendi. Kadınlar, çocuklara iyi bakacaklar, el kapısına onları muhtaç etmeyeceklerdi. Yaşlıların eli öpüldü, hayır duaları alındı. Köyün yedisinden yetmişine kadar ihtiyar, çoluk-çocuk, kucağında kadınlar, hatta köpekler dahi Sülmenli Gediği ne kadar gidenleri uğurladılar. Dua ve gözyaşları ile birlikte.
Bu ayrılık ilk değildi Aşur oğlu Alim için, daha önce de askerlik yapmıştı mızıkacı olarak. Ama o zaman gençti, bekardı, gözünü arkada koyacak bir şey yoktu. Ya şimdi eşi Zeynep, kınalı kuzularım dediği Nadire ve Cemile iki küçük dağ ceylanı. Sırtında heybesi. Şöyle bir geri baktı son kez baba ocağına, toprağına, kınalı kuzularına. Gözü köyün tepelerinde gezindi. Tarlaları süzdü, yarım kalmıştı hasat, yapılacak ne çok şey vardı daha, ya çocukları, bir daha onları görebilecek miydi?. Nasıl da dolmuştu gözü, keşke her şey yalan olsaydı.
Yalan olan sevgiydi, yaşayamadığı gençliğiydi. Her adım uzaklaştırdı kendisini sevdiklerinden, toprağından, baba ocağından. Günlerce yürüdükten sonra Malatya’ya vardılar. Kışlaya geldiklerinde kalabalıklaşmışlardı. Alim, gittikçe yalnızlaşıyordu. Harput sancağı, Malatya ocağı yiğitlerinin içinde. Elbise ve silahlar dağıtıldığında hiç tanımıyormuş gibi göz gezdirdi. Elbiseleri giydiğinde kendisini tanıyamadı, çevresine bakındı. Hele silahı hiç benzemiyordu mızıkaya. Nerdeyse eski alışkanlığıyla az kalsın omuzuna atma yerine ağzına alıp üfleyecek gibi oldu. Ya elbiseleri, ne sırmaları vardı ne süsü. İşin ciddiyetini, yolun dönülmez olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu.
Günlerce talimlerde koştu, yat-kalk öğrendi. Bolca keçe sarılı direklere süngü sapladı. Askerlikti bu demişti ya komutan talimde teri akmayanın savaşta kanı akacaktı. Alim alışıktı yaşamın zorluğuna her şeye katlanırdı da yüreğinin parçası baba ocağında kalmasaydı her şey daha çekilir olacaktı.
Cepheye gitme zamanı işte gelip çatmıştı. Şark cephesine gideceklerdi. Birkaç yıl öncesinde Harput redifinde Yemen e gittikleri gibi, yine bilinmez yollara düştüler.
Alim, BEY dağlarını aşarken şöyle bir baktı uzaklarda görülen Göl Dağına, Ayran Dağlarına, orası kendi toprağıydı, sevdiklerini bıraktığı yer. Acaba bir daha dönebilecek, dünya gözüyle görebilecek miydi?.
Haftalarca, aylarca yürüyerek yolculuk etmişler, köyler şehirler geçmişlerdi. Hepsi boş, hepsi virane, sefil... savaşın kötü yüzü her yerde kendisini gösteriyordu. Erzurum’a vardıklarında beklemeden cepheye sürüldüler. Ne çok asker vardı, giyimlerimin dışında birbirine hiç benzemeyen.
Ertesi gün bölüklere ayrıldılar, komutan durum hakkında bilgi veriyordu. Karşıdaki düşman Urustu(Rus) ,şu dağlar Allahüekber Dağlarıydı, düşman can pahasına olsa da şu karşıdaki vadiyi geçmemeliydi. Alim in kafasında hiçbir emir kalmamıştı ,iki şeyin dışında düşman olan Urustu ve sırtlarını yasladıkları ulu dağlar Allahüekber Dağlarıydı… Acaba bu dağların bir anlamı var mıydı; yoksa umutsuzluğun, çaresizliğin, bir dileğin dışında hiçbir şey ifade etmiyor muydu Allahüekber Dağları?.
Ne garip bir yerdi burası, hiç kar’ı kalkmaz mıydı, güneşli günleri ne zaman görecekti?. Birden eski askerlik günleri geldi aklına Cemalpaşa nın ordusu, Zeytinlik Dağı Karargahı, mızıkalar, bit salgını, sıcak, susuz Arap çölleri, baskınlar, kuşatmalar...
Alim yeni yeni farkına varıyordu içinde bulunduğu durumun perişanlığını, asker açtı, çıplaktı, hastaydı. Üstelik cephane yoktu, düşman ise kırılmakla bitecek gibi değildi, onları yakından da görmüştü sarı, kızıl yüzleri olan ve hiç üşüme bilmeyen Rusları, oysa kendileri savaştan çok dizanteri ve soğuk etkisiyle tükeniyorlardı.
Gece dahi bütün zamanları siperde geçiyordu; Ateşe ateşle, süngüye-süngüyle karşılık vererek. Yaşadıkları bazen hayal meyal tekrar güzünün önünden geçiyordu. Düşman hattını gözetlediğini sandığı nice arkadaşlarının ayakta donup öldüğünü, bir dokunmayla kavak ağacı gibi siperin içine devrildiğini, ölenlerin elbise parçalarını alarak kendi vücutlarının açık yerlerine iple sardıklarını, daha önceki savaşta ölenlerin kemikleriyle dolu alanlardan geçerken ayak basacak bir yer bulamadığından yürüyemediklerini, sık sık tersli-düzlü üst üste piramit gibi yığılmış asker cesetlerini, bunları yemekle karnını doyuran kara kuşları, insanın aklını başından alan ceset kokularını, gece boyunca yara ve hastalıktan inleyenlerin sesini unutamıyordu.
Hele bir defasında süngü çarpışmasında, süngüsünü karnına sapladığı Rus askerleriyle göz göze gelip bir anda donup kaldığını, sanki yaşamını kaybeden O değil de kendisiymiş gibi acı çektiğini, unutamıyordu.
Ne kara günler için doğurmuştu anası. Ömrü yoksullukla, gençliği savaşlarda, felaketlerle, sılasına özlemle geçiyordu.
Çocuklarının dışında, ölümü hiç aklından bile geçirmedi. Acaba onları bir daha görebilecek miydi.? Keşke bir kuş olup uçsaydı şöyle bir köyüne, çocuklarına yakın bir ağacın dalına konsa onları görebilseydi. Yok muydu bunun mümkünatı?.
Ve böyle geldi geçti sayamadığı nice aylar, yıllar.
Her şeyin gittikçe kötüleştiği bir anda, ilk önce düşman saflarında sevinç çığlıkları duyduklarında bir anlam veremediler. Sonradan her şey anlaşıldı. O anda tüm kötülükler unutuldu. Düşman savaştan çekiliyordu. Çarlık yıkılmıştı, savaşın bittiği hızla yayıldı. Herkeste evine, yuvasına dönebilme umudu doğmuştu ve bazılarını hemen terhis ettiler. Alimi de.
Alim, günlerce sıkıntılı yolculuktan sonra nihayet, uzun süre ayrı düştüğü köyünü uzaktan gördü. Sevinçten, heyecandan iki lafı bir araya getirip de Allah’a Şükür bile edemedi. Lal olmuştu sanki. Köyü viraneydi. Bağlar, bahçeler bozulmuştu, evler yıkılmış, köyde canlılık yok olmuştu. Köylüler de onu tanımakta zorluk çekmişti. Köyde yediden yetmişe herkes günlerce evine geldi, kimi birlikte askere giden çocuğunu, kimi kardeşini, babasını, kimi ne görüp ne yaşadığını sordu.
Alim tek tek anlattı yaşadıklarını, hele o uzun kış gecelerinde, herkes ağzı açık heyecanla onu dinliyordu. Padişah, eşkıya, kurt hikayelerinin yerini artık Alim’in seferberlik hikayeleri almıştı. Her hikaye arasında konuyla ilgili bir yanık türkü de söylerdi.
“Gideyim askere ağla nazlı yar
Kırıldı kollarım bağla nazlı yar
Üç gün izin alsam gelsem yanına
Halin nedir diye sorsam nazlı yar”
Hikayelerin sonunda savaşın kötü yüzünü herkes bir kez daha anlasın ve hatırlasın diye savaşı başlatana sitem eder. Allah düşman başına vermesin, o kara günleri bir daha göstermesin diye dua ederdi. Askerde kaybettiği arkadaş ve komşularını hep anar, bu dünyada iyiler atına binip çoktan gittiğini söyleyerek iç çekerdi.
Kısa zaman sonra Alim yine eski köy hayatına döndü, İki zayıf, iskelet haline gelmiş öküzüyle çiftçiliğe devam etti. Yaşamının sonuna kadar kendisine bu topraklardan kalan sefalet ve yoksulluk mirasıyla.
Çok kara gün görmüş, çok savaş yaşamış bu insan hayatı boyunca iyilikten, doğruluktan, onurlu olmadan hiç ayrılmadı, kimsenin malında mülkünde gözü olmadı. Herkesin iyiliğini ister, yardımcı olur, insanlık gösterirdi. Ve bu büyük insan, açlıktan ve soğuktan virane bir evin köşesinde yaşamını noktaladı.
Ben ise; hiç resmini bile görmediğim, hiç tanımadığım bu iyi insana_komşuma ,bir gönül borcu olarak hayatıyla ilgili kısaca bunları yazdım. İyilik, doğruluk her koşulda sürdürülsün diye.
İrfan GÖKSU
it sever enver pasanin turanizm askina kurban edildi 90 bin asker.