HASAN AĞANIN MARABASI GEBÜKLÜ DELİ HACININ ÖYKÜSÜ
''Hafif acılar konuşabilir; ama derin acılar dilsizdir.''
L. Annaeus Seneca
Gebüklüler genel olarak Arapkir’in Semeği köyünde, Arguvan’ın Şatıruşağı, Çeki, Asar, Gecekondu ve Yukarı Sülmenli’de mesken edinmiş, kendilerine has şivesi, şakaları, kültürü olan şen şakrak güzel bir topluluk olup, yöresel kültürümüze tatlı şiveleri, sazları, sohbetleri ve komşuluk ilişkileri ile katkıda bulunmuş, kaynaşmışlar ve kendilerini sevdirmişlerdir.
Gebüklü Berber Mustafa köy köy dolanıp, çoluk çocuk yetişkinlerin saç ve sakallarını tıraş eder. Bir gün komşuda tıraş işi bittikten sonra sağında solunda bulunan çocukları severken, komşu Yakup Çavuş dedenin kızı Zöhre’ye de, “Sen kimin kızısın, cıcığını yiyem” der. Kız hiç duymadığı bu kelimeye şaşar, gidip Yakup Çavuş dedeye der ki, “Komşuyu tıraş eden berber bana ‘cıcığını yiyem’ dedi” der. Komşu da şaşar, hiddetlenir gelir, rahmetlik babama der ki; “Yav, ayıp değil mi? O berber kızıma böyle demiş, bu ne demek?” der. Babam da, “Yok, o kötü bir şey değil, sevdiği için söğledi, bunlar çok sevdiği kız çocuklarına ‘cıcığını yiyem’, erkek çocuklarına da ‘bızığını yiyem’ derler” der, yemin eder; “kötü bir şey değil” der. Komşu babama inanır ve sakinleşir…
Değişik şivelerin değişik sevmeleri olur. Evet, Gebüklü dostlar sevdiklerini içten sever, böyle itilaf ederler. Birbirimizi anladığımız ve anam da Gebüklü olduğu için, konuşmalarda hiç sorun olmaz, hemen anlarız. Kul Duran gibi sanatçıyı, Ali Ağa gibi ağalar ağasını, İlyas Salman gibi bir sanatçıyı, Deli Hacı gibi yiğitleri yetiştirmişlerdir, yaşamları renkli hikâyeler ile doludur. Gebüklü dostlara, kalbi güzel kendileri güzel dostlara selam olsun, onları çok seviyoruz…
Hacı Emmi (Hacı Akgül), biraz asabi olup, soğuk duruşlu gibi görünür ama merttir. Yiğit de lakabıyla anılır, yiğitliğe de delilik derler. Türkmen’dir de... Rivayet olunur ki Manisa yöresinde Tahtacılar'a kadar uzanır yoksulluğu. Herkes yoksuldu, kıyısından köşesinden göze batmazdı yoksulluk ama yiğitlik destanlaşır, insanı efsane yapardı.
Yıllarca Şatıruşağı’nda Akıncılar’dan Hacı Kömes’in, marabalığını yaptı. Şatıruşağı ağaları onu çok sevmişti. Ekin biçti, harman kaldırdı, suğak etti, dağdan odun söktü, hepsi boğaz tokluğuna, tütününe.
Gördüğü işi temiz görür diye hayran oluyorlardı. Bir seferinde 10 kişinin kaldıramadığı hezeni omzunu verip tek seferde kaldırıp ağanın kapısına götürüp attığında herkes hayran olmuştu yiğitliğine. Ağa beş paket tütün alıp göndermiş ödül olarak.
Öyle bir sigara sarar içerdi ki; şalvarından çıkarır tabakasını, diliyle iştahlı iştahlı sarar ve muhtar çakmağı ile yakardı. Az öfkelense, gece uyku tutmazsa, taksa bir şeye kafasını günde üç paket tütün giderdi. Bir de çay tiryakisi; yüz gramlık paketi bir seferinde demliğe doldurur, katran gibi demli çayı sigarayla beraber içerdi.
Rivayet olunur ki Hacı Dayı Sarıburun’da çift sürerken öküzlerle 'şeyle bir diğlenem' deyip, hölemezin dibinde bir sigara sarıp yakmış iken cığırtlak bir ses duyar, akıp geden çay tarafından Omar Ağaların Çayın Gaş'a kadar koşar ki Gınıklılar akrabalarını kovalıyor, Güccük Cüme, Gındının oğlu Cafar, Salman Uşağından Mıstafa, son soluk kaçıyorlar. Hacı Emmi, “Ne oldu ula?” der, akrabaları durumu anlatır. Hacı Emmi tek başına çaya yaklaşınca Gınıklı Sait, Ula Oşoğ Oşoğ âmânı biliy misiniz gaçın, Deli Hacı geliyi” der. Elinde bir yılgın sopası ile gelen Hacı Dayıyı attıkları taşlarla düşüremezler. Taş yağmurundan şapkasının önü ile gözlerini koruyan Hacı Emmiye attıkları taş döşüne kafasına değip patates gibi yuvarlanır. Hacı Emmi yaşlı dağın ağacının dibinde yakaladığı Oşoğ’u tek bir değnek darbesiyle yere serer. Oşoğ, “Ula Hacı eliği ayağını öpem, bir daha eyle vurursan ölürüm” diye yalvarmaya başlar.
Hacı Dayı Arapkir’e akrabalarının yanına gedip gelirken yolu hep Eymir’den geçer. Orada bir kıza âşık olur, kız da aşkına karşılık verir. Hacı Dayıya âşık olur ama kızın ailesi fakir diye kızı vermezler. Ama hacı dayı da kıza çok kötü âşık olmuş, yemeden içmeden kesilmiştir. Derken kız, ‘beni gaçır’ der. Hacı dayı şafak vakti kızı sırtına alıp kaçar, gedikten aştığını gören köylüler Hacı Dayıyı yakalayamazlar, sırtında ta Arapkire kadar götürür. Bu kadın bizim köylü değirmenci Dişöğ Mehmet amcanın baldızı imiş. Hacının bu yiğitliğine hayran olan Mehmet Emmi (Dişöğ Memet), Hacı Dayıyı değirmende çömez yaparak ağaların kahrı çekilmez marabalıktan kurtarır.
Hayatının çekirdeğinde öyle bir sızı vardı ki, bu sızı evlat acıydı. Güneye bakan penceresinden seken ay ışığı yattığı sekinin üstüne, sararmış yüzüne düştüğünde, derin uykuya dalmaya alışmıştı. Yanında tabakası, on iki imamlı tespihi ve sekinin hemen yanında piknik tüp üstünde isli bir demlik. Duvardaki oyma ve kitli dolabında 100 gramlık paket çaylar ve bir naylon torba tütünden başka yaşamını süsleyen hiçbir şey yoktu. Şafak atmaya yakın tütün sarıp ateşler bir yıldız gibi zifir karanlıkta penceresinden ışıldardı.
Baba yiğitti Hacı, burma bıyıkları, kaşları gözleri, yufka yüreği ile gören kadınlar âşık oluyordu. İlk karısı Eymirli Fatma’yı omzuna atıp yayan Arapkir'e kaçırması dillere destan olmuş, herkes Hacı’nın aşkına hayran olmuştu. Çok geçmeden derde tutulan Fatma dört çocuğunu öksüz bırakmış, göçüp gitmişti. Hacı yıllarca yas tutmuş sonunda Ezmahan ile evlenmişti. Ezmahan Bacı da Gebüklü olup yeşile çalan gözleri, benekli teni ve tatlı dili ile kocasının yiğitliğine hep hayrandı.
1965 yılının Temmuz sonu Hacı Kömes'in marabası Hacı Emmi, Sarıburun’da ağanın ekinini orakla biçerken öğlen yemeğini getiren Ektirli Şahracı Kazım, “Hacı Emmi gözün, aydın bir oğlun oldu” dediğinde orağı elinden atıp çömelip şapkasını dizine koydu ve tabakasını çıkarıp bir sigara yaktı. Gözlerine hücum eden mucuklar uzaklaştı sigaranın dumanından. İkinci hanımından ilk erkek çocuğuydu. Kendi kendine güldü, adını aylar önce hazırlamıştı; erkek olursa Vahap koyacaktı. Yörede Vahap adlılara hep Mahap derlerdi. Şahracı Kazıma, “sağ olasın” dedi. Adam boyu buğdayları kucak kucak dermiş idi orakla. Şahracı Kazım hayran oldu, baktı, “Bugün burası biter Hacı Emmi” dedi.
Yıllardan beri marabalık yapıyordu ağaların kapısında, çok seviyorlardı, sessizdi, çalışkandı. Ağalarla anlaşamayıp 1972 yılında Yukarı Sülmenli’ye göçtü, önce Hacı Hıdır'ın damında, sonra Fıttış Hüseyn’in bahçeli evinde oturdu. “Burası çok eyi” dedi, mal davar doluştular oraya.
Mahap okul çağına gelmişti büyümüştü sessiz sürekli gülümseyen zayıf önde iki dişi süt beyazı ve iriydi. Babası Hacı bir gün köy eğitmeni çevrede sevilip sayılan İsmail Efendi’ye gitti danışmak için. "Oğlan büyüdü, durumum eyi değil, yatılı mektebe gönderem, yohsam okuyamayacak, yardım et ne olursun” dedi. İsmail Efendi böyle işleri severdi. “Oğlum öğretmen Muzaffer ile konuşam da Mahabı Pötürge Yatılı Okuluna yerleştirem” dedi. Hacı çok sevindi, sigara yaktı, tüttürerek eve geldi, durumu anlattı karısı Ezmahan çok sevindi.
Pütürge Yatılı Bölge Okuluna gidecek parası yoktu Hacı’nın. Oğlu için borç harç buldu bir kaç kuruş. Malatya Milli Eğitim’den evraklarını yaptırdı İsmail Efendi, gönderdiler Mahap’ı yatılı okula.
Mahap bir türlü alışamadı bu okula, ille de din dersine… Bir sürü Arapça kelimeler, “dualar ezberlenecek” dedi din dersi öğretmeni. Supaneke’yi ezberledi, öbürlerine Amentü, Fatiha’ya bir türlü dili dönmüyordu. Din dersi öğretmeni bir gün teravih namazı kaç rekât dedi, Mahap bilemedi, tüm sınıf Mahap’a gülünce Mahap kıpkırmızı oldu. İçinden, “Ben burda okuyamam, bunları ezberleyemem” dedi. Teneffüste arkadaşlarından ayrı okulun köşedeki taşın üstüne oturup derin derin düşündü. Bahçede gezen sınıf arkadaşları hep Arapça duaları sesli sesli tekrarlayıp ezberleme gayreti içindelerdi. Çoğu su gibi ezberlemişti…
Yemekleri hoşuna gitti, güzel elbiseler verdiler ama din dersi hocası çok sıkıştırıyordu, çok ödev veriyordu, Mahap bıkmıştı. Bir de köyü çok özlüyordu. Sürekli köpeği ve Sarı Kız dediği inek aklından çıkmıyordu. Hep anasını, evi, harmanlıkta top oynamayı özlüyordu. Gece rüyasında köyü, yazı yaban dolaşıyordu. İçine kapanmış, arkadaşlarından soğumuştu. Din dersinden nefret etmeye başlamış, kaçıp gitmenin yollarını arıyordu.
1977 yılında okullar açıldı, dersler başladı, Mahap gitmek istemiyordu. Ağladı, durumu anlattı, din dersi hocasının yaptıklarını. Bir şey demedi anası babası, o kışı geçirdi, bahar geldi. Hacı köyün sığır çobanlığını aldı. Mahap büyümüştü artık on dört yaşını bitirmişti. Bıyıklarının çıkmasını istiyordu, sık sık aynanın karşısında siyah kurşun kalemle bıyığını karalardı, siyah görülsün, bıyıkları çıkmış desinler diye.
1978 yılının Eylül ayıydı, radyodan öğlen haberlerinde, ''Dikkat dikkat yarın Arguvan Malatya arsındaki yüksek gerilim hattına elektrik verilecek, direklere yaklaşmak mal ve can güvenliği açısından tehlikeli” diyordu. Bir kaç kez bu duyuru yapıldı, Mahap radyoda dinleyip güldü, kocaman demir direkler gözünün önüne geldi “bana bir şey yapmaz” dedi.
Ekimin ilk günleriydi sığırları Gızıl Yokkuş’tan aşağı bıraktılar, onlar yayılırken kendileri kardeşi Hüseyin'le şakalaşıp gülüyorlardı. Derken Mahap direğin yanında yayılan malları çevirmeye gitti. Orada bir küçük direk vardı, kemer kısmına kadar çıktı, daha yukarı çıkmak için el attığında cereyan kendisine çekti, bir kuş gibi havada sonra bir alev topuyla yere attı. Kardeşi Hüseyin gözlerine inanamadı, koştu gitti yanına, sim siyah olmuştu. Korkudan benzi geçmiş, gözleri donuklaşmıştı Mahap’ın. Dereden koşup ayakkabısına doldurduğu suyu getirdi, ağzını açamadı su versin, suyu yüzüne serpti. Gızıl Yokkuş’ta giden motora el etti, durumu anlattı, diğer motor köye haber vermek için giderken şoför Teslim yardıma geldi. Baktı durumu ağır, köyden traktörler geldi, atıp Arguvan’a sonra Malatya’ya götürdüler. Doktor baktı vücudu hep yanmış, ‘zor kurtulur’ dedi.
Babası Malatya devlet hastanesi merdivenlerine oturmuş sigara içerken dalıp gitmişti kendine seslenenleri bile duymuyordu. Haber verdiler, Vahap ölmüştü… Dizlerine vurdu babası, “Vah yavrum vah” dedi. Mahap’ın yanmış vücudu, kollarında serum yaraları ve gülümsemeyi andıran ölmüş hali ile morgdan teslim aldılar. Mahap’ın ölü bedeni çok sevdiği köyüne doğru yola çıktı.
Kaymakamın cipinin arkasında köye geldi Mahap’ın cansız bedeni. “Ölem ölem ben ölem” dedi anası. Saçlarını yolup yolup atıyordu anası Ezmahan Bacı.
Hani Yunus’un bir dizesi var ya:
“Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi”
Herkesin içi yandı. Ne zaman radyoda bir türkü iki gözü iki çeşme anası Ezmahan Bacının. Çok ağlamışımdır beraber. Babası Hacı Emmi ise kendini demli çay ve tütüne verdi, ne zaman bir türkü dinlese mutlaka sarma sigarasının dumanı içinde kalırdı, altı köşe şapkası dizinin üstünde hüzünlü hüzünlü otururdu kapıda, kapı bir komşumuz. Acıları hep beraber hissetmek acıları paylaşmaktır, evlat acısının yükü ağırdır. Allah kimseleri evlat acısına yakmasın, yanan bilir. Yöremizin insanları yufka yüreklidir ve mahzundur, acılar hep beraber yaşanır, acı hepimizin acısı…
1991 yılında Kuledibi Hastanesine düşen Hacı Dayıya, “Aşırı sigara içmişsin, damarların çürümüş” denildiğinde, ayakları morarmış gördüğümde içim geçmişti. Anlattıkları yiğitlikleri de bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmiş, dalıp gitmiştim...
Hacı dayı hastaneden çıkıp gelenden sonra köyde yıllarca sığır çobanlığı yaptı. Cehennem Deresine yayan gidip gelirdi. Sigarasından ve çayından kısmasını isteyenler (‘gıs’ diyenlere) gülümserdi sadece...
1998 yılının Ağustos ayında kapılarının önünde bahçedeki sap yığının dibinde hasta yatarken gördüğümde çok duygulanmıştım. “İçeri giremiyim burası daha eyi diyen” Hacı Dayının asi ve özgür ruhunun kafesi kabul etmediği belliydi. Aradan çok geçmeden yatakta leğeni önüne dayayıp tıraş edip kokular sürmemizden sekiz saat sonra sabahyıldızı doğmasına yakın 94 yaşında kapıya dayanmış canını isteyen Azrail’e, “sen öte dur, ben veririm” dediğinde, sonbaharın ilk şafağıydı. Lüvar, terazi ve sabahyıldızı ile süslenmiş, güz mevsiminin ilk günüydü. Kapının önünde kazanda kaynatılan suyun buharı, esen sabah yeline çarpıp dumanla birlikte süyükten aşıyordu. Teneşir ise eski bir döven idi. Salacası harabe olmuş evlerin arasından salâvat taşına doğru yol alırken, Ali Seydi Dedenin tok sesi ile sağa sola salâvatla musalla taşına geldi. Komşulardan helallik isteyen dedeye öyle bir gür sesle ‘helal olsun, helal olsun’ diye üç sefer canhıraş haykırıldı. Bu ebedi bir yolculuktu...
Gebüklü deli Hacı'nın ne malı ne mülkü vardı. Geride kalan şalvarı, köyneği, altı köşe şapkası, tabakası tespihi ve bir çift hariği vardı. Adet gereği onlar da peşinden yakıldı. Ama belleklerimizde Bükülmüş pala bıyığı, küçük ama şahin bakışlı gözleri, boyu posu ile haksızlığa boyun eğmeyen, onurlu duruşu ile topraklarımızda yetişmiş bir yiğit olarak hep kalacak…