KARNELER ALINDI

                                                     KARNELER ALINDI

 
                      2008-2009 eğitim öğretim yılının 2. dönemi 12.06.2009 tarihi itibariyle sona erdi. Yaklaşık on beş milyon öğretmen ve öğrenci yorucu bir eğitim-öğretim dönemini geride bırakıp, üç aylık tatile girdiler.
          Yorucu bir dönem dedim; ama doğrusu pek de yorucu bir dönem olmadı. Cumartesi ve Pazar günlerini çıkardığımızda tatille geçirdiğimiz günlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Cumhuriyet Bayramı’nda 1,5 gün; Ramazan Bayramı’nda 5 gün; Kurban Bayramı’nda 5 gün; Yılbaşı’nda 1 gün,23 Nisan’da 1 gün(ilköğretimlerde 2 gün),1 Mayıs’ta günü 1 gün,19 Mayıs’ta2 gün tatil oldu. Böylece bu ara tatillerle eğitim-öğretim dönemi pek de yorucu geçmemiş oldu. “Yorulmak” kavramı görecelidir. Herkes nerede, neye karşı, nasıl yorulduğunu farklı bir şekilde açıklayabilir. Bu eğitim-öğretim döneminde tatil günlerinin çok olması öğretmenlerin, öğrencilerin yorulmadığı anlamına gelmesin.        
 
          
 
           Ders programlarının yüklü oluşu; eğitim-öğretimin el verişli olmayan koşullarda yapılmış olması bu yorgunluğun ana nedenleridir. El verişli olmayan koşullardan kastım şudur: Hala sınıflarımızda ön görülen sayıda öğrenci ile eğitim-öğretim yapılmıyor. 30-40 kişilik sınıflarda, öğrenci merkezli öğretim yapmak zor bir olay. Eğitim-öğretim yapılmıyor mu? Yapılıyor. Öyleyse şikâyet ne? Şikâyet öğretmenin ve öğrencinin aşırı derecede zorlanmasına yol açacak enerji harcaması. İşte bu aşırılık öğretmende yorgunluğa; öğrencide hem yorgunluk hem de bıkkınlığa neden oluyor. Birçok yerde 40 kişinin üstünde öğrenci bulunduğu sınıflarda eğitim-öğretim verildiği de oluyor.
 
                                               
           
         Gözlemlediğim bir başka olumsuz durum da eğitim-öğretimin başlama zamanı. Sabah 07.00’da birçok okulumuzda eğitim-öğretim başlıyor. Bu saatte derse yetişmek isteyen bir öğrenci 06.00’da kalkmak zorunda(büyük şehirlerde daha erken kalktığı da oluyor). Yarı uyanık bir durumda olan öğrenci, yarım yamalak bir kahvaltı ile okulun yolunu tutmakta. Sırtında en hafifi 7-8 kilo gelen bir okul çantası. (Beslenme çantası ve suluk buna dahil değil.) Uykunun en tatlı yerinde kalkmak; yarı uykulu durumda derslere başlamak… Kabul etmek lazım ki yorgunluk veren bir durumdur.
 
            Şimdi karneler alındı. Hemen her evde karnelerdeki notları üstüne birçok yorumlar yapılacak. Bu yorumların kimisi olumlu, kimisi olumsuz olacak. Birçok uzman kişi, velileri yönlendirme konusunda bilgiler verecek. Çocuğunun karnesi başarılı olsun, olmasın velilere bir iki çift söz de benim var. Mesleğinin 23. yılını çalışan bir öğretmen olarak bu hakkı kendimde buluyorum.
 
             Velilerin çocuklarına yaklaşımlarında bütün bu durumları göz önüne aldıklarını düşünemiyorum. İlköğretimin 1. sınıfından itibaren yarıştırmaya başladığımız çocuklarımızı, devamlı olumsuz yanlarıyla hep eleştiriyoruz. Onlardan büyük beklentiler içerisinde oluyoruz. Çocuklarımızı eleştirirken başkalarıyla kıyaslama yanlışlığına gidiyoruz. Kapasitelerine göre bir başarı beklemiyoruz; hep daha fazlasını istiyoruz.
           Devam edelim. Çocuklarımızı yaptığı en küçük bir hatada acımasızca eleştiriyoruz. İleride çocuğumuzun da başkalarını hemen eleştirmelerinin tohumunu ekmiş oluyoruz. Çocuklarımıza bekledikleri sevgiyi gösteremiyoruz. Çocuklarımız şımarmasın diye(!), onlardan bekledikleri ilgimizi esirgiyoruz. Böylece, onların, sevgisiz bir ortamda yetiştiklerinin farkına varamıyoruz. Bu çocuklarımız ileride hoşgörü ortamından uzaklaştıkları zaman, neden böyle olduklarına şaşkınlıkla bakıyoruz. Birçok velinin çocuklarıyla alay ettiklerini görüyoruz. Yaptıkları beğenilmezse; çalışmaları küçümsenirse o çocuğun kendi içine kapanacağını düşünmüyoruz. “Ben senin yaşındayken…” tiratlarıyla çocuğumuzu sorunlarını paylaşmayan, sorunlu birer birey durumuna getiriyoruz. Başarısız oldukları durumları unutmuyoruz. Bu durumları nedense başkalarının yanında hemen hatırlıyoruz.     “ Bak amcası” ya da “teyzesi” dedikten sonra “benim, bunlar için yaptığımı sen görüyorsun, biliyorsun. Nelerini eksik bırakıyorum. Falanın, filanın çocuğu yemeye doğru dürüst ekmek bulamıyor; ama eve nasıl bir karne getirmiş, bir görsen.” söylemiyle çocuklarımızı utanç içinde bırakıyoruz. Kendini suçlu hisseden öz çocuğumuzun ruh halini çözemiyoruz. En büyük yanlışlığımızın, çocuklarımızı başkalarıyla karşılaştırmak olduğunu bir türlü anlamıyoruz.
 
                                         
 
          İlköğretim çağının ikinci döneminden itibaren çocuklarımız hızlı bir şekilde biyolojik ve psikolojik gelişme içerisinde olurlar. Bu dönemin olumsuzluklarını mümkün olduğu kadar hoşgörüyle karşılamalıyız. Bu dönemde çocuklarımıza anlayışlı davranmalı; gerekli olanı verme konusunda Rehberlik servisinden biz de destek almalıyız. Verilen ön bilgilerin ışığında, çocuklarımızın davranışlarını kontrol etmeliyiz. Böyle davranmak, bilimsel bir gerçek oldu.
          Çocuklarımızı iyi tanımalıyız. Onların hangi konuda yeterli olduklarını; nerelerde noksanları olduklarını bilmeliyiz ki yapacağımız yardım ya da yönlendirme olumlu olsun. Çocuklarımızın kimlerle arkadaş olduklarını bilmeliyiz. Nerelerde, ne yaptıklarını öğrenmeliyiz. Sürekli takip eden, aşırı kuşkucu olmadan bu işleri yapabilmeliyiz.
 
                                        
             
          Birçok aile için çocuğumuzda var olan gerçeği kabul etmek zordur. Bazı çocuklar anlatılanları, gösterileni ilk defada kavrayabilir; bazı öğrenciler bunu, birkaç defa tekrarından sonra anlayabilir. Bunun bir davranış bozukluğu olduğuna yorumlamak doğru değildir. Çocuklarımıza farklı bir kişilik yüklemeden, oldukları gibi kabul etmek en doğrusudur. Bu konuda bizi gerçekten endişeye düşürecek bir durum söz konusu ise, kendi başımıza yol yöntem izlemek yerine, bir uzman kişiden yardım almanın en doğru yol olacağına inanmalıyız. Bazen çocuklarımıza gereğinden fazla ilgi gösteririz. Böylece sorumlu bir anne/baba rolü çizmiş oluyoruz. Beslenme konusundan tutun da sağlık, eğitim, eğlence konularına kadar her şeyi doğru biçimde bizim verdiğimize inanırız. Her türlü sorunlarıyla mücadele etmede kahramanca kendimizi ileri atarız. Ama bunların yanlış olduğunu, büyüdükleri zaman, sorumluluk üstlenmeleri gerektiği zaman yapamadıklarında anlarız. Kendi ayakları üzerinde durmayı beceremedikleri zaman, iş işten geçtiğini anlamış oluruz. Öyleyse şunu iyi bilmeliyiz: Bu kişi bizim öz çocuğumuz. Dünyada hiçbir şey bunlardan kıymetli olamaz. Ben de, onların beden ve ruh sağlıklarını gözetmek zorundayım. Bu konuda aşırıya gidersem yanlış yapmış olurum. Bu noktada davranışlarım dengeli, yani olması gerektiği kadar olursa sorun çözülmüş demektir.
 
           Eğitim öğretim sonu tatilinin başladığı bu günlerde çocuklarımızdan, tatili bezdirecek kadar ders çalışmalarını istemeyelim. Tamamen de boş kalmalarını önleyelim. Ders çalışmalarını sıkıcı hale getirecek ortam oluşturmayalım. Kitap okumalarını önemle isteyelim; kitap okumalarını takip edelim. Okuyan, okuduğunu anlayan, anladığını anlatabilen bir öğrencinin sosyal hayatta başarılı olacağını unutmayalım. Kitap okudukları zaman sevinelim. Elinde bir roman, öykü, şiir kitabı gördüğümüz zaman kafalarına vurup da “ders çalış ders”(!) demeyelim. Kitap okumanın en önemli ders çalışma olduğunu unutmayalım.
          Çocuklarımız yaşamı, yaşararak öğrenecekler. Bilelim ki bizim alacağımız önlemler kendi öz güvenlerini kazanmaya yönelik olmalı. Onların kendi ayakları üzerinde durabilecekleri sorumlulukları almış olduklarına inancımız tam olmalı. Gelecekte düşünebileceğimiz her şey kendi çocuğumuzdan daha kıymetli olamaz. Beden ve ruh sağlığının kıymetini hiçbir okul ya da kamyonla dolu para veremez.
 
         Yazımı Türk Milli Eğitimi’nin unutulmazlarından biri olan Hasan Ali YÜCEL’in oğlu Can YÜCEL’in bir şiiri ile bitiriyorum.
          
                                        
         HER ŞEY SENDE GİZLİ
Yerin seni çektiği kadar ağırsın.
Kanatların çırpındığı kadar hafif.
Kalbinin attığı kadar canlısın.
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç.
Sevdiğin kadar iyisin.
Nefret ettiklerin kadar kötü.
 
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin.
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
 
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün…
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi.
 
 
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer.
 
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevdiğine hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.
 
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…
                                             CAN YÜCEL
 
       Yarınlar adına, çocuklarımızın sağlıklı olması dileğiyle, saygılarımı sunuyorum.
 
                                                                      
MEHMET ALİ ÖZÇAMUR
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENİ
MALATYA
 
 

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56