Arguvan ve sol yakın paralelindeki Aşağı ve Yukarı Sülmenli dahil Fırat’a doğru bakan köylerden başınızı kaldırdığınızda yamacınıza dikilen büyük bir tepe vardır. Söz konusu tepe varsa yoksa hepimiz için Abdülvahap tepesidir ve coğrafyamızın çok ama çok belirgin bir noktasıdır. Keban’dan beri balık sırtı şeklinde uzanıp gelmiş ve Fırat’ın güneye kıvrıldığı yerde kesilmiş bir yapısı vardır bu kaya parçasının. Tepenin yüksek uç kısmında –ki çocukluğumuzda dünyanın en yüksek yeri olarak saydığımız noktaydı - uzaktan besbelli duran bir mezar vardı ve onun da Abdülvahap’ın mezarı olduğu söylenirdi.
Kimdi Abdülvahap? Yöre halkının yaygın inancına dayalı olan ermişlerden biri. Onun türbesine de ziyarete gidilir, adaklar kesilip pişirilirdi. Ben de çocukluğumda bir kere Abdülvahap’a gitme şansını yakaladım. Annemin ne için olduğunu anımsamadığım adağını Almanya’dan izne gelen abim yerine getirecekti. Bir yaz günü akşama doğru kiralanan traktörle yola çıktık. 11 yaşındaydım ve aynı yaştaki amca ve komşu çocukları da bu kafiledeydi. Yetişkinler için ziyarete gitmek eğlenceli olur muydu bilmem ama biz çocuklar için öyleydi. Görümlük yeni elbise giyeceğiz, yeni yerler, yeni insanlar göreceğiz, farklı yemekler yiyeceğiz diye sevinçten dört köşe olurduk.
Bir römork dolusu yediden yetmişe insan traktörün çıkardığı takur tukur seslerin eşliğinde yola çıkmıştık. Fırat’a doğru giden Kuruçay’dan geçip sola kıvrıldık ve yeşile çalan rengiyle yatağında gürül gürül uzanan Fırat’ın kıyısında bir yerde durup beklemeye başladık. Abdülvahap tepesi bu sefer güneyimizde değil nehrin karşısında yan tarafımıza düşüyordu. Oysa ben köyden hareketle direkt o tepenin dibine ineceğimizi sanmıştım. Güneş, batımızda çevresini ateş rengine boyayarak gündüzümüze elveda demeye hazırlandı. Gün battıkça Fırat’ın sesi daha bir gürleşti. Biz çocuklar yorgunuz. Zaten yola çıkana kadar çalışıp çabalamışız. Evde olsaydık güneş battıktan sonra yumuşacık yataklarımızda olacaktık.
Orada niye bekliyoruz, ne kadar bekleyeceğiz bunu bilmediğimiz gibi kimseye bir şey de sormuyoruz. Yetişkinlerimiz traktörün önünde kendi aralarında takılırken, uykusu gelen römorkun içinde birbiri üstüne yan devriliyor. Bir ara üşüyerek uyandığımda etrafta su sesinden, tepemde ise milyarlarca yıldızın üstüme dikilmiş bakışlarından başka bir şey göremiyordum. Bir an nerede, niye olduğumun ayırdına varmak için kendime gelmeye çalıştım. Doğru ya ziyarete gidiyorduk. Elimi etrafımda usulcacık dolaştırdım. Kiminin başı, kiminin ayağı elime takıldı. Römorkun dışında bir erkeğin öksürme sesi geldi. İyi, tedirgin olmama gerek yok etrafta hayat vardı. Üşüdüğüm için uyuyamadım. Benden sonra sanırım soğuğun etkisiyle diğerleri de teker teker uyandı. Biri abime “Niyazi saat kaç diye” seslenince o da “üçü geçiyor” dedi.
Gecenin üçü şafağın yakın olduğu bir zamandır. Yavaş yavaş tan ağaracaktı. Traktör çayları yararak geçerdi. Nehri nasıl geçeceğini bilmiyordum. Ortalık aydınlanmaya başlarken nehrin öte tarafından doğru sesler gelmeye başladı. Suyun yüzünde bir sal vardı. Sal yakınlaştıkça sesler arttı. İçindeki insanlar ellerinde torba ya da yanlarındaki kuzu, keçi gibi hayvanlarla indiler. Belki de satmaya götürüyorlardı. Geldiğimizden beri sessiz duran traktör böğürür gibi çalışıp hareketle burnunu sala doğrulttu.. Korkunun yarattığı heyecandan dolayı oturduğum yerde büzüldüm. Sudan korkuyor, traktörün batacağını düşünüyordum. Neyse ki bir kıyıdan diğer kıyıya geçişimiz bana beklediğimden kısa geldi. Karşı kıyıdan “Şıh Hasan” denilen akrabamızın olduğu köye vardık. Yorgun, uykusuz ve açız. Ben ziyareti unuttum. Şimdiden köyümüze dönemeyeceğimiz hissine bile kapılmıştım. Neyse akrabamız Saliha Ablalarda iyi bir kahvaltı yaptık. Çoluk çocuk demeden hepimize hürmet ettiler. Kurbanlık kuzuyu kesilmesi için onlara bırakıp Abdülvahap’a doğru yola çıktık. Üstelik gidiyoruz gidiyoruz hala tepenin dibine erişememişiz. “Kale” denilen bir kasabaya geldik ve orayı geçtikten sonra yaya olarak yola koyulduk.
İşte köyden bakıldığında alnımızın çatındaki tepenin tam şimdi eteğindeyiz. Birazdan da en tepeye, ziyaretin olduğunu düşündüğümüz yerde olacağız. Amcam yönünüzü dönüp köye el sallayın, sizi görsünler diyerek gülüyor. Dediğini de yaptık. Kıvrım kıvrım kayalık yolda yukarıya ne kadar mesafedeyiz bilmeden habire tırmanıyoruz. Yorulduk ve yoruldukça da terledik. Görünürde tepenin zirvesi daha yok! İki de bir “çok var mı” diye orta yere soruyoruz. Hayal kırıklığı! Oysa biz köyde bir tepenin dibinden başına kolay çıkardık. “Kurbanı olduğum Abdülvahap bakın gelmiş gelmiş ne yerlere konmuş” diyen yetişkinler var. İçimden ‘doğru, zor bir işi başarmış’ diyorum.
Az mı kaldı, çok mu, şu yamaç mı, öteki mi derken bitmeyecekmiş gibi gelen dar patika yol ve kat kat dizili yamaçlardan birinde Abdülvahap’ın türbesi denilen noktaya ulaştık. Burası bir kaya oyuğuydu. Ben köyümüzden türbe/mezar niyetine gördüğüm tepeye çıkacağımı düşündüğüm için hayal kırıklığına uğramıştım. Kayanın içine doğru yapılmış ziyaret için o zaman basit bir kapı yapılmıştı. Sanırım üstünde de yeşil bir örtü vardı. Söylenceye göre Abdülvahap bir yolculuğunda oraya sığınmış ve orada ölmüş. Halk da orayı ziyarete çevirmiş. Peki, köyümüzden görünen en tepedeki dikdörtgen kimin mezarıydı? Bunu da şöyle anlatmışlardı: Abdülvahap oraya çıkamamış, yorulmuş burada kalmış ama mezarını oraya yapmışlar. Belki konuya ilişkin söylenceler köyden köye, kişiden kişiye de değişiklik gösteriyor olabilirdi. Dilek taşı vardı ve isteyen dua eşliğinde dilek taşı tutturmaya çalışıyordu.
Aşağıdan yukarı çıkarken çok susamıştık. Zira o zamanlar yanımızda su taşıma gibi bir olanak yok. Ziyaretin çevresinde bir kayanın oyuğundaki su sızıntısı kuruyan dudaklarımıza ilaç gibi gelmişti.
İşte böylelikle o tepeye ilişkin düşündüklerim ve yüzleştiklerim hayal kırıklığı ile gizemini korumayı yıllar yılı sürdürmüştü.
Mar Ahron
Eğitim sistemi bugün ne denli çarpık, gerici ise o dönem yoksunluklar içindeydi. Tarihi varlıklara yönelik bilincimizin o dönem için sıfır olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz.
Yakıştırmayla ‘Abdülvahap Tepesi’ dediğimiz yer 1383 m. yüksekliği olan Muşar (Bereketli) Dağı imiş. Günümüzde dağın o zirvesine ulaşmak isteyenler Malatya ya da Elazığ sınırları içinden 2-3 saatlik bir tırmanış yapmaktadırlar. Dağın tepesindeki dikdörtgen gibi görünen yani bize bir mezarmış gibi görünen yapı da tarihi koca bir manastır.
Muşar Dağı, bize göre Fırat’ın öte yakasında ve Elazığ sınırları içinde kalmaktadır. Dolayısıyla manastırın korunması ile ilgili her türlü tasarruf da Elazığ idaresinin sorumluluğundadır. Tarihi varlıkların tespiti ve korunması açısından ise Diyarbakır Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun ilgi alanındadır. Ama kültürel değerler insanlığın ortak hazinesidir. Bir parantez açarak onu sahiplenmek, geçmişe ait bilinci kazanmak, gezmek-görmek ticari kaygılara da kurban edilmemelidir.
Bugün önemli kısmı yıkılmış olan Manastır M.S 329 yılında Roma İmparatoru 1.Konstantin tarafından Aziz Mar Ahron (Mor: Süryanicede ‘kutsal’ anlamına gelir) için en yüksek noktaya yapılmıştır. Çevreye nazır noktadaki Manastır’ın iki kale burcu ve hapishanesi de olduğu bilinmektedir. Suruç’ta doğup büyüyen Mar Ahron kendi adına yaptırılan Muşar Dağı’ndaki manastırda 69 yıl 9 ay hayat sürmüş olup 118 yaşında manastırda ölmüş ve yapının kuzey yamacında bir yere defnedilmiştir. Mucizevi 56 yeteneği olduğu söylenen Aziz Mar Ahror’un hayatını da kendi öğrencilerinden Paul’u kaleme aldığı söylenegelir.
Etrafı arkeolojik bir titizlikle çalışmaya alınmayı bekleyen Mar Ahror’un günümüze kalan ana yapısı kilise, sarnıç ve kale burçlarıdır. Doğal tahribat yanında özellikle defineciler tarafından kalıntılar delik deşik edilmiştir. İçi ve etrafı harabe halindedir. Ve akademik çevreler 2000’li yıllardan beri yapı ile ilgilenmeye başlamışlardır.
Elbet M.S 329’da yapılmış olan manastırın Mar Ahror’dan sonra uzun bir tarihi dönemi var. Bir kere 18.yüzyıla kadar manastırın aktif olduğu sanılıyor. Kalesi ise hem gözetleme hem savunma amaçlı olarak kullanılmış. Ki yeni uygarlıklar ve bölgeye hakim olan güçlerin etkisiyle manastırın eklentilerinde ve mevcut yapısında değişiklikler olduğu/olabileceği de ifade edilmektedir. Ama tüm bunların hepsi araştırmaya açık konulardır.
Fırat’ın karşı kıyısındaki çocukluğumuzun Abdülvahap Tepesi, yeni bilgilerimizle Muşar Dağı’ındaki manastır coğrafi kapsam açısından Elazığ’ın Baskil ilçesine bağlı Suyatağı sınırlarındadır.
Bilindiği gibi coğrafyamızda her şey resmi ilişkiler bazında da çok hareketli. İdari açıdan o köyü oradan al oraya; olmadı buraya bağla vb. Bir de köylerin adını değiştir. Ötekini mezra yap bir köye bağla. Başımız elbet az dönmedi. Bugün Suyatağı köyüne mezra haline gelmiş Kale, Çevreköy, Aksakal, Arapuşağı’da bağlanmış durumda. Suyatağı (ki Fırat’ın karşı kıyısında yani Muşar’ın dibinde yer alır) Osmanlı döneminde Harput’a bağlı iken Cumhuriyet’ten sonra bir süre Arguvan’a da bağlı kalmış.
Mar Ahror! Meğer yıllar yılı bir dağ ya da tepeden ötesine baktığımız birçok yönden hala gizemini koruyan önemli bir tarih alanı imiş.
Hatice Eroğlu Akdoğan
www.arguvanhaber.com