KIRK YIL

Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum…
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır…
Kafasında kırk tilki dolaştırır, kırkının kuyruğunu birbirine değdirmez…
Kırk yıllık kural kırk günde değişmez…
Gırtlak kırk boğumdur…
Kırkından sonra azanı teneşir paklar…
Kırkından sonra saz çalmaya başlayanın… Vs. vs.
………..
Ortak yanları “kırk” sözcüğü olan, her biri asırların süzgecinden geçerken billurlaşmış özdeyişlerin sonuncusundan hareketle kırkımdan sonra öğrendiğim bir dersi sizlerle paylaşmak istiyorum,
…………
İki yıl önce İstanbulda emekli öğretmen olan İclal ablamı Ankara’dan bir arkadaşımın, ablam gibi emekli öğretmen olan annesiyle tanıştırmak üzere Bahçelievler’e gittik.
Konuşmanın bir yerinde “emeklilik sonrası İstanbul gibi büyük bir şehirde yeni bir yaşama başlamak, yeni bir çevre edinmek sizin için kolay oldu mu?” diye sordu ablam.
Hatice Hanım “bu yaştan sonra yeni bir çevre edinmek için ne ayıracak zamanım ne de harcayacak enerjim var” dedi. “Kalıcı ilişkiler kurmak için yıllarca uğraşmak, karşılıklı fedakarlık etmek gerek. Bunu da ne ben göze alabilirim ne de karşımdakinden beklerim”.
Eve dönünce \"kırklı yaşları geride bırakıp ellilere - altmışlara doğru hızla ilerlerken kurulan yeni ilişkilerin ne kadar derin ve kalıcı olabileceğini\"  konuştuk uzun süre.
……………
“İnsanın en iyi bildiği şeyin, kendi yaşadıklarından öğrendikleri” olduğuna inandığımdan, kendimce en doğru cevabı bulabilmek için dönüp geride bıraktığım yıllara baktım.
Çocukluğumda, büyüklerin uyarılarına rağmen dünyamızda kötü yoktu bu yüzden de kötülüğe yer olmadı.
Gençlik yıllarımda gönlüm o kadar genişti ki…Sonuna kadar açık tuttuğum kapılardan her isteyen teklifsizce girip istediği kadar konaklayabiliyordu.
Yaşım ilerledikçe bir şeylerin benim düşündüğüm gibi yürümediğini, savunduğum bazı değerlerin değişen dünyaya uyum sağlayamadığını fark ettim.
Bir zamanlar tüm içtenliğimle konuk ettiğim insanların bir bölümü, daha iyi gönüllerde ve daha iyi koşullarda ağırlanmak istedikleri, bazıları benim verebileceklerimle yetinmedikleri, bir bölümü de sıkıldıkları için başka diyarlara, başka gönüllere göç ediyorlardı.
Çoğu kez neler olup bittiğini anlayamadan, görülmesini asla istemediğim gözyaşlarımı saklayarak baktım arkalarından.
Geride bıraktıkları tortuları temizlemek, yarattıkları hasarları onarmak hem zordu hem de çok zamanımı aldı.
………………..
Yaşım kırklara yaklaşırken gönül kapımı az aralık bıraktım her gelip geçen giremesin diye.
İnsan seçmeye başladım.
Onca yılın deneyiminden sonra gençlik yıllarımın kıstaslarının bir bölümünün geçerliliğinin kalmadığını, bazı değerlerimin şeklen değiştiğini, bazı ilişkileri kurarken daha ince noktalara dikkat etmem gerektiğini anladım.
Yoğurdu üfleyerek yemeye başladığım konular giderek artıyordu.
 ……………
Kırklı yaşlar sona yaklaşırken kapılarımı kapattım. Ne yeni insanlar istiyordum ne de yeni ilişkiler.
Yapılması gerekenin, kapatılan gönül kapıları önünde uzun sohbetler etmek, bu sohbetler vazgeçilmez muhabbetlere dönüşünce de kapı önündeki dostları içeri davet etmek olduğunu düşünüyordum.
Doğru olan; o kapıdan girmek konusundaki kararı karşılıklı vermekti ama yine de seçimi konuklarıma bıraktım
……………..
Sonra ne mi yaptım?
“Diploma cehli alır, eşşeklik baki kalır” derler ya…
……………..
Yaşıma başıma bakmadan kırkımdan sonra saz çalmaya kalkıştım.
Temizlediğim tortulardan, onardığım hasarlardan hiçbir şey öğrenememiş bir yarı cahil olarak farkında bile olmadan yirmili yaşlarıma geri döndüm.
Eski alışkanlıklarımı sürdürmeye devam ettim.
Gelen konuklarım kapıyı bile çalmadan içeriye davet ettim.
Her gelende yeni bir dünya, her beyinde yeni bir bilgelik, her gönülde bir başka yücelik bulmayı umut ettim.
Buldum da…
Hem mevlayı hem belayı.
İkisi bir arada tek parça fiyatına…
……………
Ellili yaşlara geldiğim ve kendimi çok deneyimli, çok akıllı sandığım bir dönemde sıkı sıkı sarılıp göğsüme bastırdığım dostluk tellerinden biri koptu.
Telin ucu göğsümü delip yüreğime saplandı.
Akan kanı durduramayınca kendimi sorgulamaya başladım;
Yüzlerce soru sordum “nerelerde hata yaptım” diye,
karşılıklarını bulamadım,
Çuvaldızı ele batırmadan iğneyi kendime batırdım,
canımın yanmasına aldırmadım
Kendimi başkalarının yerine koyup beynime ve yüreğime karşıdan baktım
Başka şeyler de denedim,
Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı.
…………….
İşin içinden çıkamayınca eskimeyen- dostlarımdan birini arayıp hem hatalarımı hem de kırgınlıklarımı anlattım eğip bükmeden, kendimi aklama, onun tarafından eleştirilme kaygısını taşımadan.
 “Boşa nefes tüketme” dedi. “Biz birbirimizi tanırız; sen kırkından sonra saz çalmaya kalkışmışsın ama sazın düzen tutmamış. Bu yaşlardan sonra bizim için yeni dostluklar kurmakta zordur yeni bir dünya oluşturmakta.
………….
İstanbul’da yaptığımız sohbeti hatırladım
………………..
Anladım ki, insanlara çok sarılmışım, onların benden neyi ne kadar beklediğini sormadan, anlamadan basmışım bağrıma. O yüzden de telin kopup canımı yakabileceğini hiç düşünmemişim.
Yirmili yaşlarda kolay kapanan yaraların ellili yaşlarda o kadar kolay iyileşemeyeceğini, İnsanın öfkesi ne kadar yoğun olursa olsun dilinin daha kısa, sabrının daha fazla olması gerektiğini öğrenememişim.
Sağlıklı ve kalıcı ilişkilerin kişilerin birbirine karşı açık ve teklifsiz olduğu yaşlarda kurulabileceğini, çift taraflı duyarlık ve özveriyle geliştirilebileceğini unutmuşum.
Unuttuğum daha nice şeyler gibi…
……………
Biz “ben’i” konuşurken yanımızda oturan oğluma baktım.
Yüzündeki ifade benim yirmili yaşlarımdakiyle aynıydı, o da;
“Annem bu olayı ne kadar da büyüttü, ne var bu kadar dert edip üzülecek” diyordu.
O yüzden kendimi ne kadar anlatabildim, ne kadar anlaşıldım bilemiyorum.
ikisinin de gözlerine bakarken aklımdan 12–13 yaşlarımdayken ezberlediğim bir şiirin son dörtlüğü geçiyordu.
 
Karşımda gülersin gülümserim ben
Bakışır geçeriz bir şey demeden
Bilmem ki bu garip gülümsemeden
Ben ne kast ederim sen ne anlarsın…..
 
 
Sevgiyle…
Saygıyla…
 
 

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56