Hüseyin ŞAHİN
(Antropolog M.A.)
“Yaşanmışlığımız toprağın suyla, suyun toprakla buluşmasıdır.Toprak bizim geçimliğimiz, her şeyimizdir aslında… O bizsiz biz onsuz olamayız. Öykümüz Karakaya Barajı’nın Fırat’la, ikisinin göl olup toprağımızla buluşmasının acı bir hüznünün paylaşımıdır aslında…”
O gün herkesin yüzünde bir hüzün vardı… Biri mi ölmüştü, yoksa birileri onları üzmek için elinden ne geldiyse yapmış mıydı? Gün her zamanki gibi Horuzum Tepesi ardındaki kendi gizlendiği mekânından ağır ağır yükselmeye başlamıştı bile. Sabah sabah işe güce gitme telaşı, bir koşuşturmaca yaşanırdı önceki günlerde. Bu sabah kümesteki horozun bile sesi çıkmaz olmuştu sanki. Sığır çobanı da mı ağırdan alıyordu ne! Sığır yerinden hayvanları otlatmaya götürmeye hiç dermanı, isteği yok gibiydi onun da.
Köyün hemen altından akan çayın suları köydekilerin hüznüne inat coşmuş gibiydi bugün... Önceki senelerde yaz aylarında su azalır, hatta yaz ortasına bile varmadan çay yatağından karınca geçer hale gelirdi. O günlere daha vardı, ancak bugün bir şeyler mi olmuştu. Geniş yatağının etrafındaki sulak tarlalarda neler yetişmezdi ki: Buğday, hem de “Sarı Bursa” cinsi en iyisinden. Ekinler sararmaya başladığında “Firik” derlerdi başağın içindeki tanelerin tam olgunlaşmayan haline. Firik eder, ateşte üter, avucumuz içinde ovalar, tanesini çıkartır, üfleyerek temizler ve bir güzel yerdik çocukluğumuzda. Ekin biçme zamanı geldiğinde ise ayrı bir yorgunluk yaşanırdı. Honu, honcu başı açar, diğerleri de açılan yerden biçmeye devam ederler. Tarlada ırgatları gayrete getirip coşturmak için honcubaşı, sesi güzel olan kızlara ve delikanlılara türkü söylettirir. Karşılıklı olarak söylenen bu türkülere “çifte” denir.”
Ekin biçerken ne güzel hon türküleri çağırırdık o günler:
Elliğim elinde olsa
Orağım belimde olsa
Ağ yar karşıdan gelirken
Yıkarım tarla seni
Vay gülüm oğlan
Yarım yanımda olsa
Yar yar yar yar
Suyumuz, azığımız “Kapıska” denilen ağaç dallarının arasını otlarla kapatarak yaptığımız gölgeliğin altında olurdu. Dinlenme molalarında, orağımızı biley taşında keskinleştirirken ne türküler söylemişizdir bu tarlalarda biz:
Yüce dağ başının bir yanı yoldur
Doldur suna boylum suyunu doldur
Yolunun üstüne de yatam uyuyam
Mevla’yı seversen gel beni kaldır
Düşündükçe hüznün acısı yüzümüzde, sözümüzde yaşıyordu… Hep hatıralar… Hangimiz çocukluğunda buralarda bostan beklemedi ki ya da dana otlatmadı! Neler ekmedik ki, bire on bire yirmi verim almadık mı buğdayından, arpasından, fiğinden, mercimeğinden… Kavun, karpuz, domates, biber… Soğan, pamuk ve seneler öncesinde de haşhaş ekilirdi bu verimli tarlalarda. Aklınıza ne gelirse işte… Off be! Ne de güzel olurdu, biz çocukların sabah erkenden bohçasında ekmeği ile bostan beklemeye gidişleri… Buz gibi karpuz, domates ile kendimize hazırladığımız sabah sofrası…
***
Evet, o gün herkes üzgündü. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu! Kimi çocukluğuna gitmiş, kimi gençliğine, kimi de yarınına… Birkaç sene önce tarlaları ölçmeye gelmişler, Fırat nehri üzerine yapılacak barajın suları altında kalacak yerleri belirlediklerini, herkesin fazlasıyla arazilerinin parasını alacaklarını da söylemişlerdi. Tapulu olan yerler tamam da atadan dededen beri kullandıkları tapusuz yerler de elden gidecekti. Bu konu birçoğunu üzüyordu içten içe… Ancak çoğu da seviniyordu. Ellerine birkaç lira toplu para geçecekti. Kimi şehirden ev alma, kimi traktör alma, kimi de olan traktörünü yenileme hayalini kurmaya başlamıştı bile.
Köyleri birer birer dolaştı “hökümetin görevlendirdiği ekipler” ; barajın sularının en son seviyesi olarak belirlenen son kota göre ölçümler tamamlanmış, değer takdir komisyonu ağaç türüne, tarlanın sulu ya da susuz olma özelliğine vb. göre birçok kıstası birleştirerek ödenmesi gereken paranın tespitini yapmıştı. O günlerde birçok avukat köylülerle görüşmeye geldi. Kimi bir tanıdık vasıtasıyla, kimi de “Size ödenen bu para çok az, bana vekâletinizi verin iki-üç katı daha fazlasını alalım” diyerek kendine “barajcı müvekkiller” buldu. Dava kazanıldı mı avukatlık ücretleri alınacaktı, yüzde beş-on gibi anlaşmalar yapılmıştı hemen.
***
O yıl tarlarda son buğday ve arpa taneleri toprakla buluşturuldu. Çaydan toprak ve beton kanallarla alınan su son kez ekinin, bostanların, ağaçların sulanmasında kullanıldı. Artık, sulu tarlalarda yetiştirilen o kocaman karpuz ve kavunlar, kıpkırmızı domateslerle sabahları bostan bekleyen çocuklar kahvaltı yapamayacaklardı. Köyde hummalı bir çalışma vardı bu sene… “Barajın suyu tutulmuş” diyorlardı. Zaman kaybetmek birçok ürünün, ağacın sular altında kalması demekti. Kavaklıklar, söğütlükler odun niyetine kesildi… Kayısı ağaçlarının gövdelerini istemeyerek de olsa hızar motorunun keskin bıçaklarına teslim etmişlerdi. İşte acının en büyüğü de bu olsa gerekti. Bunca yıl baktığın, suyunu verdiğin, gübrelediğin ve en sonunda da ürününü alıp-kazanç sağladığın varın yoğun su altında kalacak diye, kendi ellerinle birer birer yok ediyordun meyve ağaçlarını.
Ali sesleniyordu bahçe komşusuna:
- Ula gardaş, bu kadar ağaç kestik, traktörle taşıya taşıya bitiremiyoruz. Demek ki uzun seneler oduna-yakacağa para vermeyeceğiz. Bu iyi de biz bundan sonra nasıl geçineceğiz, ne tarla kaldı ne de tum.
Komşusu bu kadar karamsar değildi:
- Tarlalar, bahçeler gitti ya, paramızı alacağız. Hökümet yakında ödeyecekmiş paralarımızı. Gider şehirden birer ev alırız, artanını da bankaya atar, ufak ufak yeriz be gardaş tasalanma sen.
- Valla sonu nasıl olur bilmem! Susuz tarlaların verimi ortada, zamanında yağmur yağmasa bittik demektir. Barajdan önce hiç değilse birkaç dönüm sulu yerimiz vardı, olmazsa buraları çayın suyuyla sulardık. Unluğumuz, bulgurluğumuz çıkar diye de umutlanırdık.
Ali ve onun gibi çok azı barajın ne getireceğinden çok ne götüreceğini merak ediyorlardı. Ancak, bu kaçınılmaz son bir gün gelecekti. Aslında yapacak bir şey de yoktu.
***
Tarlalarını, bahçelerini baraja teslim edenlerin yanı sıra bir bölümünün de evleri su altında kalıyordu. Bu kerpiç evlerde ne kadar da çok anıları geçmişti. Kendisine ait bir evi ancak ellili yaşlarda mümkün olmuştu Hıdır’ın. O’nun baraja emanet vereceği bir karış toprağı bile yoktu. Köye sonradan yerleşmişti. Uzun yıllar çalışmış, didinmiş ancak üç gözlü kerpiç bir ev yapabilmişti. Bir kaç ineği, elli kadar da koyunu vardı, hayvancılık yapıyordu. Hıdır ve onun gibi beş-altı kişinin evi de sulara gömülecekti yakında. Aydın ili tarafında devlet bu ailelere yer vermişti. Fakat hiçbiri ata dede mekânını terk etmek istemiyor, taşınmaya gönülsüz bakıyordu. “Malatya nere Aydın nere, biz gurbete nasıl dayanırız. Bizim dedemizin mezarı burada, evlerimiz baraja gitse bile biz buradan ayrılamayız” diye direniyorlardı…
O gün köyden beş hane yüklerini sardılar birer arabanın sırtına, içleri buruk olarak ayrıldılar köyden. Hıdır kararını vermişti, Aydın’a doğru yollandı, “Oralarda toprak daha verimliymiş, belki bunda da bir hayır vardır” dedi ve komşularıyla vedalaştı, yola koyuldu göçüyle… Diğerleri kopamadı köyünden, az da olsa birkaç dönüm toprakları kalmıştı susuz da olsa. Malatya’da oturacaklar, iş güç çıktığında köylerine gelip gideceklerdi. Hiç değilse doğdukları, büyüdükleri ve geçimlerini sağladıkları köylerine hasret kalmayacaklardı böylece.
***
Beklenen gün geldi. Fırat nehrinin yatağı suyla dolmaya ve bulduğu yollardan çay yatağındaki tarlaları da kapatarak yavaş yavaş yükselmeye başladı. Paralar ödenmişti. Miraslar paylaşıldı, böylece mirasçı sayısı çok olanın parası da çok bölündü. Şehirden ev alan da oldu, parasını bankaya yatıran da. Kimisinin eline de kendince çok para geçmişti. İş yapmaya kalkışanlar oldu, parasının hiç bitmeyeceğini düşünenler olduğu gibi. Şehirde yaşamak köye benzemiyordu, bunu bir kısmı paralar suyunu çekince anladı. Kirada otururken bir ev almayı akıl edemeyende…
Köyde ise hayat devam ediyor, sular yükseliyor, yükseliyordu. Suyun her santim yükselişinde hayatlarına dair bir anıları daha yok oluyordu. Bunca yıl beraber yaşadıkları Fırat’a az mı türkü yakmışlardı. Yine ona seslenmek, içlerini yakan acıyı boşaltmak istiyorlardı çoğu zaman:
Fırat’ın suları baraj-göl oldu
Gölünde kayıklar yüzdü köyümün
Yıkıldı değirmen, köprü kayboldu
Gölünde balıklar yüzdü köyümün
Hemen köyün alt tarafından geçen Fırat Nehri’ne yakın bir yerde Ahmet Dayı’nın “Su Değirmeni” vardı. Güz olunca Aşşağıevler’deki değirmene gidilir, ilk öğütülen undan “pağaç” dedikleri mayasız ekmeği yapar, hemen orada neşeyle yemeklerini yerlerdi. Şimdi öyle bir su değirmenleri de yoktu, gidip unluklarını- bulgurluklarını öğütüp, eleklerle bulguru savurup, sonra da imece halinde kalburla eleyip “ baş, orta ve düğürcek” diye ayırdıktan sonra koyacakları mazman dokuma çuvalları da…
***
Birkaç yıl sessiz sedasız geçti köyde. Kavun, karpuz, biber tarımı bitmiş, köye sebze satıcıları gelmeye başlamıştı. İlk başlarda satıcıdan alışveriş yapmak ağır gelse de yavaş yavaş alışmaya başladılar bu duruma. Eskiden Malatya Buğday Pazarında (Arasa) köylerinin ismiyle hemen müşteri bulurlardı buğdaylarına. O kadar ki meşhurdu sulu tarlada yetiştirdikleri buğdayları… Ya şimdi! Şimdi buğdayı şehirden satın alıyorlar, sonra da komşu köydeki elektrikle çalışan değirmene varıp, hemen dönüveriyorlar köylerine… Yani Malatya Buğday Pazarı’na çuvallarla buğday götürme ve Aşşağıevler’deki su değirmenine ailece gitme geleneği de bitti…
***
Birçok geleneğin kaybolmasının tek sorumlusu barajın köylere gelmesi değil tabii. Sosyal ve ekonomik şartlardaki değişmeler, teknolojinin hızla değişmesi gibi birçok nedenle birlikte, istek ve beğenilerin çeşitliliği hayatımızı daha farklı kılıyor. Değişmeyen bazı şeyler de var; evlerimiz kerpiç. Yazın içi serin kışın ise sıcak.
Düz damlı evler, artık çatı örtüsüne kavuşmuş durumda, üstlerinde de birer, ikişer uydu antenimiz var. Ancak, uzun kış gecelerinde ninelerimiz bize hikâye-masal anlatmıyor. Komşu gezmeleri de bitti gibi. Açıyoruz uydulu televizyonumuzu haberler, diziler ve bir yandan da dünya gündemini takip ediyoruz evimizde tek başımıza. Ha bire göç veriyoruz şehre-şehirlere… Haneler ıssızlaşıyor, her hanede ya tek başına kalmış bir yaşlı ya da bir karı koca.
Acaba! Diye sormadan geçemiyor insan: Baraj gelmeseydi, tarlalarımızı suları altına almasaydı ne olurdu? Göçler olmaz mıydı? Köyde bir karı bir koca yalnız başına kalmaz mıydı? Biz tekrar bostan ektiğimiz, buğdayını biçtiğimiz tarlalarımıza döner miydik? Kendimize soracağımız birden çok soru var aslında değil mi?
Biz belki göremeyeceğiz ama torunlarımız ya da onların çocukları görecekler, bir gün gelecek baraj ömrünü tamamlayacak. O zaman, “Burası bizim köyümüzün, benim dedemin tarlasıymış, burada ne günleri geçmiş mi?” diyecekler. Hiç sanmıyorum ya! Benim ki bir umut işte! Ancak şunu bilmeliler ki, bizim anılarımızın, geçimliğimizin altında kaldığı baraj gölü çok azımızı mutlu etmişti o zamanlar. Çünkü bize ödenen birinci ve daha sonrasında ödenen ikinci dilim paralar o kadar çabuk tükenmişti ki, yağış olmadığı senelerde sular çekildiğinde daha sınırı bile bozulmamış tarlalarımıza koşar, suyun yükselmeyeceği umuduyla onun bağrına arpa, buğday tohumlarını emanet eder, yazın hasat mevsimine kadar büyük bir umutla beklerdik. Demek ki yıllar geçse de topraktan kopmak mümkün olmuyor, o bizi bıraksa biz onu bırakmıyoruz.
29 Eylül 2010/Mersin
Hüseyin Kardeş, ben de Malatyalıyım. Yazılarını okuyorum, ancak bazı çalışmalarımda kullanmak istiyorum. Örneğin Türkiye'de yapılan barajların asıl sebebini kavramak gibi bir derdim var.Bana yazılarını gönderebilir misin. Diğer çalışmalarımın bazılarını ismimi yazarsan internette görebilirsin. Adres verirsen sana gönderebilirim. Sevgilerimle, hoşçakal. Telf. 0532 445 18 71