KIŞ'A DÖNEN ÖMÜR

Ömrünün son yıllarını oğulları, kızları, gelinleri, torunları arasında huzur, birlik ve dirlik içinde geçirmeyi düşünen Fatma teyze, huzurevinin kapısından ayağını atar atmaz, kanadı kırılmış bir kuşun çaresizliği içindeydi.

    Huzurevi'nde ilk gecesiydi ve üzüntüsünden, gözlerini uyku tutmamış, yatağın içinde bir sağa, bir sola döndüğünden, zayıf bedeni yorgun düşmüş, gözleri de kan çanağına dönmüştü. Nihayet sabah olmuş ve güneşli bir gün olduğundan, perdeler kapalı olduğu halde Oda  aydınlanmıştı. Yatağının başucunda bulunan bastonuna uzanıp aldı. Sonra da ayağa kalkarak bastonu ile yavaş adımlarla  pencereye doğru yöneldi. Perdeleri çekerek açmak istedi ama buna gücü-takati yetmeyince kendi kendisine söylenerek  "Vah ihtiyarlık vah! Perdeleri çekecek takat bile bırakmadın bende. Ey Allahım, beni bundan daha aşağı düşürme. Düşürürsen de al canımı ..." Perdeleri çekemeyince pencerenin bir köşesine giderek bastonuyla ve eliyle perdeyi araladı. Güz mevsimi ve aylardan Ekim'di. Huzurevi'nin bahçesindeki ağaçlar gazel dökmüş, karşı tepenin yamacını da sis basmıştı. Hüzünlü gözlerle, ağlamaklı bir ruh haliyle; pencereden bahçeyi ve çevreyi seyretmeye başladı... Oğullarını, kızlarını ve çoğunun isimlerini dahi bilmediği onlarca torununun olduğunu düşünerek, hepsine sitem ederek "Ben neden burdayım? Bilmediğim, tanımadığım yere beni neden getirdiler?" diyerek, kendi kendisine söylenirken, yıllar önce ölmüş olan kocası; kendi deyimiyle herifi düştü aklına... Ağlamaklı gözlerle ve titreyen sesiyle  "Ahhhh herif ah! Sen olsaydın böyle mi olurdu. Bir göz damda bir tas çorba da olsa içer, birbirimize ses nefes olur, muhannete muhtaç olmadan geçinir giderdik..."

  Fatma teyzenin en çok da ortanca oğlu ve gelininden beklentisi vardı. Hep şöyle derdi "Elimiz ayağımız tutmadığı zaman, bize hiçbir çocuğumuz bakmasa bile ortanca oğlum ve gelinim bakar". Bu düşüncelerle ve geleceğe yönelik umutlarla, kapı komşularının kızını oğlu ile evlendirerek davullu zurnalı düğün yapmış, ömrünün en mutlu gününü yaşamıştı. Fatma teyze, kocası öldükten sonra yalnız yaşamaya hazır değildi... Ortanca oğlunun ve gelinin kendisini yanlarına alacağı düşüncesine kapılarak umutlandı ama bırakalım yanlarına almayı ya da ziyaretine gelmeyi, artık telefon açıp konuşmayı bile azaltmış, "Ne halin varsa gör" dercesine uzaklaşmışlardı. Fatma teyze nereden bilebilirdi ki çocuklarının en hayırsızı ortanca oğlu ve gelini çıkacak. Huzurevine geldikten sonra zaten bunu daha iyi anladı. 

   Kahvaltı hazır olduğu için, Huzurevi çalışanı bir kadın, tek tek odaları dolaşarak, kapıyı vurup sesleniyordu. Oda kapısının vurulduğunu fark etmedi ama "Fatma teyzeee" sesiyle irkildi. Kahvaltı saati gelmiş, bütün yaşlılar yemek salonunda toplanmıştı. Fatma teyze; hayatında ilk defa böyle bir kalabalıkla, hiçbirini tanımadığı insanlarla, üstelik de alışık olmadığı masada  kahvaltı yapıyordu. Bir dilim ekmekle biraz peynir, birkaç tane zeytin yeyip, bir bardak çay içtikten sonra, sandalyesinin arkasına dayamış olduğu bastonunu alarak, yavaş adımlara dinlenme salonuna geçip bir koltuğa oturdu. Dikkatli bir şekilde salonu incelerken gözü şark köşesine ilişti. Tarımda kullanılan araç-gereçler vardı. Ellik, Orak, Tırpan, Anadut, Yaba, toprak Testi... Fatma teyze, elinin ayağının tuttuğu, güçlü-kuvvetli olduğu gençlik yıllarına, anılara daldı. Yazı da yaban da çalıştığını, tarlada ellikler ile orak sallayarak ekin biçtiğini, yorulup terlediğinde telis kılıfı içindeki toprak testiden, yörede kullanılan ismiyle Küp'den  kana kana su içtiğini bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirirken, kendi yaşlarında bir kadın gelip yanına oturdu.  Tanıştılar! Adı Hatice'ydi. Fatma teyze "Bizim oralarda seniğ adığa Hatça derler..." demeyi de ihmal etmedi. Hatice teyze  "Ne o, sabah sabah öyle  bir dalmıştın ki..." Fatma teyze, derin bir iç çekerek "Şu karşıda gördüğün araç gereçler beni aldı gençliğime götürdü. Yokluk yoksulluk dönemiydi, tarlalarda çalışmaktan canımız çıkardı amaaa yine de bugünlerden daha mutlu, daha huzurluyduk. Hele hele ihtiyarlayıp da elden ayaktan düşünce öz evlatlarımıza bile yük olarak görünmeye başladık. Seni bilmem ama ben böyle düşünüyorum..." Hatice teyze "Haklısın haklı! Şimdi elden ayaktan düştük. İsterse evlatların olsun, düşenin dostu olmaz" dedi ve o da derin bir iç çekti. Sustular. İkisinin de gözlerinde ağlamaklı bakışlar oluştu. Susmamacasına konuşmak isteyip de konuşamamak bu olsa gerek. Aslında hem Fatma hem de Hatice teyzenin tek dertleri geçmişlerine, gençlik yıllarına duydukları özlem değil; evlatları tarafından Huzurevine bırakıldıkları için yaşadıkları terk edilmişlik düşüncesi ve yalnızlık duygusuydu. Fatma teyze, hem emsali hem de kafadengi olduğu için Hatice teyze ile iyi anlaşıyor, birbirine dert yanarak saatlerce sohbet ediyorlardı. 

   Fatma teyze, Huzurevi'ne bırakılmasını bir türlü içine sindiremiyor, terk edilmişlik düşüncesini zihninden atamıyor ve yalnızlık duygusu yaşıyordu. Hatice teyzeyle her sohbetlerinde bu durumdan yakınırken, hüzünlü gözlerle ve titreyen sesiyle bir Türkünün sözlerini okurmuşcasına;  "Ömrüm geldi geçti, sonbahar oldu / Huzurevi'nde de bir kışa döndü..." der demez, tülbentinin ucuyla gözyaşlarını silerdi.

Bahar kendisini yaz aylarına bırakırken Mayıs'ın bir Pazar günü Hatice teyzenin büyük kızı ve torunu ziyaretine geldiler. Kızı, annesinin eline öperek "Anneler günün kutlu olsun Anacığım" diyerek, getirmiş olduğu hediyeleri verdi. Aradan daha bir saat bile geçmeden gitmek istediler. Hatice teyze "Kızım aceleniz ne. Hele biraz daha oturun. En Iyi arkadaşlarımdan Fatma'nın kimi kimsesi gelmiyor. Gelmişken onun da halını hatırını sorarak hayır duasını alın. Bana getirmiş olduğunuz bu hediyenin bir kısmını alın, Fatma'ya verin ki, onun da gönlü hoş olsun..."  Hep beraber Fatma teyzenin odasına giderek hediyesini verip, biraz sohbet ettikten sonra Huzurevi'nden ayrıldılar.

  Fatma teyze "Hatice, senin bu kızın çok hayırlı evlat. Geldi, halını hatırını sordu, hediyeni verdi. Sağ olsun, var olsun, beni de düşünmüş, hediye getirmiş. Ya benim hayırsız evlatlara, torunlara ne demeli. Amannn, Anaları, Babaları beni arayıp sormadıktan, Analar gününde bile yanıma gelmedikten sonra, torunlarım mı gelecek. Benimki de laf mı, benimki de akıl mı..." Hatice teyze "Boşver üzülme. Benim de iki kızım, üç oğlum, on torunum olduğu halde benim ziyaretime de yalnızca gördüğün kızım ile torunum geliyor. O da yılda birkaç defa, özel günlerde..."

  Günler, haftalar, aylar geçiyor ama Fatma teyzenin oğulları, kızları, torunları ziyaretine gelmiyordu. Fatma teyze bu duruma çok üzülüyor, her fırsatta ve sohbette arkadaşı Hatice teyzeye dert yanıyordu. 

   Yine terk edilmişlik düşüncesi ile odasına çekilerek, eski günleri özlemle hayal  ederek, uykuya dalar dalmaz rüya görmeye başladı. Rüyası, Hatice teyzeye anlattığı kadarıyla şöyle; "Bütün çocukları ve torunları ile memleketinde, kendi evlerindeler. Herif diye seslendiği kocası da yanında. Konu komşu arasında, çevresinde sayılan, sevilen Fatma teyze mutlu mu mutlu" Ne Huzurevi ne de terk edilmişlik duygusu...

  Fatma teyze öğlen sonrası biraz uyuduktan sonra uyandı ve bastonuna dayanarak yavaş adımlarla salona geçti. Televizyonda şarkılı türkülü bir proğram vardı. Fatma teyze, dinlediği türkülerin etkisiyle duygulandı, sessizce ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak üzereyken, gözyaşlarını tülbenti ile gizleyerek, odasına girdi. Artık hıçkırıklarını tutamıyordu.  İçine düştüğü durumu düşündükçe, gözyaşları sel olup akmaya başladı. Adeta yaşadıklarını anlatan, derdini dile getiren içli bir Arguvan Türküsü mırıldanarak dakikalarca ağladı. Sonra da yatağının üzerine uzanarak uyumaya çalıştı. Hâlâ hıçkırıklarla ağlamaya devam ediyor, dışarıdan duyulmaması için başını yastığa gömüyordu. Aradan birkaç saat geçtikten sonra görevli bir kadın, akşam yemeğinin hazır olduğunu bildirmek için Fatma teyzenin odasının kapısına birkaç defa vurarak "Fatma teyzeee, yemek hazır, salona gelebilirsiniz" diye seslendi. Hiçbir tepki alamayınca, kapıya daha sert vurarak, Fatma teyzeee diye bağırdı.

   Görevli kadın kapıyı açıp içeri girdiğinde, Fatma teyzenin yatağın üzerine uzandığını gördü. Hiçbir kıpırdama, hareketlilik olmadığı için, "Fatma teyzeee, Fatma teyzeee" diye bağırarak omzuna dokundu. 

90 yıldır atan kalbi, terk edilmişlik ve yalnızlık duygusuyla, üzüntüsüyle durmuş;  Fatma teyze sonsuz uykuya dalmıştı. Tülbenti ve yastığı gözyaşları ile ıslanmış, gözleri de açık kalmıştı... Gözyaşları yanağından süzülerek, ince bir çizgi halinde iz bırakarak kurumuştu. 

Hüseyin YALÇIN 

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56