Dört yaşındayken anası Zaruhi’nin ölümüyle öksüz kalan Garabet Orunöz, yedi yaşındayken İstanbul’a yollanır. Malatya’da Ermeni okulu kalmamıştır.
Türkiyeli bir Ermeni olarak Türkiye’de yaşamak kolay mıdır?
Hiç, Ermeni olduğunuzu saklamak zorunda kaldınız mı?
Kimliğimden dolayı utanmadım ki aslımı inkâr edip de gizleme ihtiyacı duyayım. Saklamadım, saklanmadım. Malatya’da kalsam saklamak zorunda kalabilirdim. Ailemden, kimliğini saklamak zorunda kalanlar var.
Bir dostum, beni tanıştıracağı kişinin beş vakit namaz kıldığını, dolayısıyla da bir gayrimüslim ile iş yapmak istemeyebileceğini söyledi. Senin adını Galip olarak söyledim. Sen de açık vermeme, işine bak, dedi.
Tanışmaya ve ilk işimizi almaya gittik. Mağazadan içeri girince, selamlaştık ve hemen kendimi tanıttım. Ben Garabet, Ermeni’yim dedim. Arkadaşım kızardı ve terledi. Mağaza sahibi, çok memnun olduğunu, iyi ustaların Ermeni olduğunu söyledi. Çayımızı içtik, siparişimizi aldık çıktık. İkinci işimizi de yaptık. Sonra mı? Ne hesabımı alabildim, ne de hakkında şikâyetçi olabildim. Allah’a havale ettim. Emeğimi helal etmedim şimdilik. Sonra eder miyim, bilmiyorum. Benim kendisinden daha fazla ihtiyacım olduğundan dolayı etmem. Bu adam, alın terine saygıyı bilse, emeğimi gasp etmezdi. Gâvur’un emeğini de malını da gasp etmek, ona “helal” diye öğretilmiş. İnsanımızın çoğunluğu; ganimet kültüründen ne zaman kurtulur; üretir, yaratır, yetiştirirse, haram ile helalin de ne demek olduğunu o zaman bilir.
Hıristiyan olduğu halde, Müslüman ismi verilmiş; hem Ermeni olduğunu hem de Hıristiyan olduğunu gizlemek zorunda kalmış tanıdıklarım var. Böyle yaşamak, Ermeni kimliğini açık yaşamaktan daha zordur.
Kış soğuğunda İstiklal Marşı’nı gür sesle söyleyemeyen öğrencilere, okulun müdür yardımcısının “Ulan, Ermeni misiniz?” diye hakaret ettiğine tanık olmuştum. Bu hakaretlerin sıkça yaşandığını düşünürsek sizin için Ermeni olarak Türkiye’de yaşamak nasıl bir şey?
Bunun için bir dostum çok güzel bir yazı yazmış. İşte o duygular:
“ Değişik bir duygudur Türkiye’de Ermeni olmak…
Her ne kadar da Hrant Dink sözde suikastının ardından binlerce kişi ; “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeni’yiz” diye bağırsa da… Bir çok kesim, aslında “hepimiz insanız” manasına gelen bu sloganı anlamayıp, işi başka boyutlara vursa da…
Değişik bir duygudur Türkiye’de Ermeni olmak… Öyle bağırmakla da olacak bir şey değildir aslında…
Türkiye’de Ermeni olmak, bilen dostlarının sana “ne olur bir topik yap da yiyelim” diyebilmesidir. Ermeni olmak, bir işlem için devlet dairesine gidip de adını söylediğinde memurun, yüzüne tuhaf tuhaf bakmasıdır. Hatta “sen Ermeni misin?” diye sorarken yüzüne alaycı alaycı bakmasıdır… İsminin her yerde yanlış yazılmasıdır.
Türkiye’de Ermeni olmak, askerdeyken arkadaşlarının sana, ‘ne olur bir kere kelime-i şahadet getir’ demesidir… Yine de Kız kulesine âşık olmaktır. Ermeni olmak, Galata kulesinden İstanbul’u seyrederken derin duygulara dalmaktır…
Türkiye’de Ermeni olmak, okullarının tarih kitaplarındaki Ermeni karşıtı yazıları okuyarak gelip ‘bunlar ne’ diye size sorduğunda çocuğunuz, ona verecek yanıt bulamamaktır…
Türkiye’de Ermeni olmak, seni tanıyan birinin üçüncü bir şahsa senden bahsederken “Ermeni bir arkadaş” dedikten sonra “ama iyi çocuktur gerçekten” diye bahsetmesidir… Yine de balığın olduğu, rakının olduğu, midye dolmasının olduğu bir sofrada Türk sanat musikisi eşliğinde sevgiyle şarkılar söylemektir… Yine de bazı durumlarda bazı arkadaşlarının seni arayarak “Üzülme, onlar cahil biz seni tanıyoruz, seviyoruz.” cümleleri karşısında duygulanmaktır…
Türkiye’de Ermeni olmak… Birisi ile tanışırken ismini çekinerek söylemektir. Adın söylediğinde ise karşındakinin yüz ifadesinden, neler düşündüğünü anlamaya çalışma alışkanlığıdır… Bakanların televizyonda terörist başları için “Ermeni dölü” lafını kullanırken çocuklarınızın bunları duyması halinde bunu nasıl açıklayacağımızı kara kara düşünmektir…
Türkiye’de Ermeni olmak, Fransa’da çıkmış yasalar hakkında, birilerinin özelikle gelip sana “ne düşünüyorsun?” diye sormasıdır… Ve vereceğiniz cevabın başına “sözde” kelimesini koymak zorunda oluşunuzdur… Çöpçü olamamaktır, Türkiye’de Ermeni olmak, devlet memuru olamamaktır… Yine de vapura bindiğinizde martılara simit atarken Türkiye’yi ne çok sevdiğinizi hatırlayışınızdır…
Türkiye’de Ermeni olmak, okullarınıza yerleştirilen ve Ermeni asıllı olmayan öğretmenlerinize, büyük birilerinin ; “aman ha siz bizim gözümüz kulağımızsınız ona göre…” demesidir… Türkiye’de, ilerde vali, bakan, pilot olmayı hayal eden çocuklarınıza, onları kırmadan ve durumu tam açıklamadan başka bir meslek seçmesi konusunda tavsiyelerde bulunarak onları bu hayalden caydırmaya çalışmaktır…
Çünkü… Türkiye’de Ermeni olmak, Türk olduğunuz halde, tıpkı Almanya’daki Türklerin, polis, memur, vekil olabildiği gibi olamamaktır… Subay olamamaktır… Yine de, işkembe çorbasını içmek, Hababam Sınıfı’nı izlemek, çiğ köfteyi sevmektir Ermeni olmak… Düşünebilmektir, üretebilmektir, yaratabilmek ve sanatkâr olmaktır… Her başka bir ülkeye göç fikri geldiğinde, burayı çok sevdiğini hatırlamaktır… Güvercin gibi ürkek olmaktır… Yine de her sabah okulda gururla İstiklal Marşını okumak, ne mutlu Türk’üm diye bağırmaktır. Söz sahibi olamayacağı bir Türkiye’nin mutlu Türk’ü olduğunu haykırmaktır…
Ne zaman bu ülkede bir Ermeni asıllı Türk, devlet memuru, subay olur; işte o zaman anlarım ki beni Türk yerine koyuyorlar demektir… Bu besleme durumunu, Edip Akbayram’ın aldırma gönül türküsü ile unutmaktır… Bir yerde oturduğunda “Sarı Gelin” türküsünün Ermenicesini söylediğinde, birilerinin üstüne saldırmasıdır… Olsun ne yapalım deyip, Türkçesini söylemektir…
Bazen de, delik bir ayakkabı ile yere uzanmaktır. Fikirlerini sonsuzluğa kavuşturarak binlerce kişiye “Sarı Gelin” türküsünün Ermenicesini öğreterek…
Sözün özü…
Öyle kolay değildir Türkiye’de Ermeni olmak…
Yine de güzeldir, güzel olduğu kadar da değişik
Bir aşktır Türkiye’de Ermeni olmak…
İşine gelmiyorsa çek git kardeşim, diyenlere
Burası benim de ülkem, diyebilmektir…”
Hrant Dink’ten sonra Türkiye’ye, insanlara sevginiz, güveniniz değişti mi?
Bakışın değişmesi, bakmaya bağlı. Benim bakışım olumlu yönde değişti. Bundan on beş sene önce hiçbir konu hakkında konuşamazdın. Şimdi ise Taksim meydanında 24 Nisan’ı sessiz de olsa anmak için toplanabiliyorsun. Seni dinleyenler var, geçmişi sorgulayanlar var. Bunları görünce ve yaşayınca, insanın bakışı olumlu yönde nasıl değişmesin?
Bugüne geldiğimizde, bir Ermeni olarak 1915 Tehciri ve bu tarihsel acıyla ilgili yorumları nasıl buluyorsunuz?
Yorumlardan çok davranışlara bakarım. Dün ile bugün çok farklı. Bunu, bir Ermeni atasözü ile anlatmaya çalışayım .”Kızgın demir parçası, ilişkilerini yakından görmek amacıyla çekiç ve örsün arasına girmiş; ağzı dümdüz olmuş”… Neyimize bizim; Fransız’ın, Amerikalının, İngiliz ya da herhangi bir yabancının tavsiyeleri. Bizler, niye “kızgınlaşmış demir gibi”, örs ile çekiç’in arasına giriyoruz. Konuşmayı bilmiyor muyuz? Acılarımızı bildikten sonra; birbirimizin yarasının da nasıl sağalacağını biliriz. Yeter ki; konuşma cesaretimizi tüm dünyaya cesurca ve yalansız gösterelim. Gerçeklerle yüzleşmemiz, karşılıklı konuşmamız gerekiyor.
Hiç, Ermenistan’a yerleşmeyi düşündünüz mü?
Hayır, Ermenistan’a hiç gitmedim. Gitmeyi çok istiyorum; ama gezmeye, asla yerleşmeye değil.
Ermenistan’da yaşamayı neden üşünmediniz?
Malatya’da doğmuşum. Anamın mezarı, babamın mezarı, Malatya’da. Dedemin ve ninemin mezarları bilinmiyor. Atalarım, terk edip de bir yerlere gitmemişler, ben niye gideyim? Üç günlük ömrümüzde, bir gün fazla yaşayıp da ne olacağız ki… Bir gün eksik yaşayayım; ama istediğim yerde yaşayayım.
1989 yılında Almanya’ya gittim. Oradaki mülteciler kampının sorumlusunun kızına, bir bilezik yapmıştım. Kız, babasıyla bileziğini almaya geldiğinde babası, bunu benim mi, yaptığımı sordu. Evet, dediğimde: “Sizin gibi ustanın Almanya’da çalışması lazım.” dedi. Kibarca teşekkür edip, gelmeyeceğimi söyledim. Neden, diye sorunca “Eşim, çocuklarım ve Türkiye’de bir imalathanem var. Geleceğin ustalarını Türkiye’de yetiştirmekten keyif alıyorum.” dedim. Israr ederek, bir haftada eşinizi ve çocuklarınızı buraya getirttirebiliriz, dedi. Sizin gibi ustaların Almanya’da çalışması lazım deyince de dayanamadım ve “Almanya’yı bana bağışlasanız gelmeyeceğim. Türkiye’de dağlarım, ırmaklarım, bulutlarım, serçelerim, bir buçuk metrekarelik toprağım, kaldırımlarında izlerim, taşlarında gözlerim, yüreğinde dostlarım var…” dedim. Pişman değilim. Şimdi, hiçbir yere gitmeyeceğimi anlatabildiğimi sanıyorum.
(Yazı dizisi sürecek. Garabet, üç aylıkken evlatlık verilen bacısını 18 yıl sonra nasıl buldu?)
Sultan KILIÇ





