Romalıların Kaya Mezarları
Akdeniz’de, uluslar arası üne sahip bir ilçemizde tanık oldum bu duruma. Geziyi düzenleyen turun rehberi, öve öve bitiremedi. Diğer turistler gibi, ben de ikna oldum. Engebeli arazide, minibüsle hoplaya zıplaya bir buçuk saat yolculuk yapacaktık. Ama göreceğimiz eşsiz eser, bu zahmete değecekti. Minibüse doluştuk. Nasıl merak ediyorum, nasıl heyecanlıyım! Sözü edilen yerden Büyük İskender, atıyla geçmiş. Doğal görünümlü bir tünelmiş, dağın içinden geçen. Dünyada bir eşi daha yokmuş. Ne yani, Büyük İskender’in kılıç sallayarak at koşturduğu o ünlü tüneli, bir ben mi görmeyeceğim? Mahrum mu kalayım, tarihin tanığını görmekten, ona dokunmaktan? Olacak şey değil. Bir buçuk saatlik zahmetli yolculuk çekilir tabi. Ben de katlandım.
Dağı bırakın, tepe bile değil, bir tümseğin önünde durduk. Rehberimiz, zafer kazanmış komutan edasıyla önde; biz, hacı olma heyecanıyla onun arkasında yürüyoruz. Tümsekte bir iki metrelik bir oyuk var. Bu oyuktan tümseğin öte yanı görünüyor zaten. Merakla, heyecanla beklediğim Büyük İskender’in eşsiz tüneli daha ileride bir yerde olmalı, diye umudumu koruyorum. Şaşkın şaşkın etrafıma bakarken, bir yandan da niye ilerlemiyoruz, diyorum kendi kendime. Bir süre sonra dayanamadım: “ Hani, gitmiyor muyuz İskender’in tüneline? Nerede bu tünel? “ dedim. Rehberimiz: “Bura işte.” demez mi?
Kimi yerlerde böyle abartılara başvurulsa da ülkemiz, tarihi eser bakımından oldukça zengin. Abartmaya, hileye hiç gerek yok. Türkiye, açık hava müzesi gibi. İşte Battalgazi (Eskimalatya), işte Orduzu- Aslantepe; dokuz bin yıllık uygarlık tarihimiz gün ışığında. Bunlar, bu değerler, bilinenler; ya bilinmeyenlerimiz? Mesleği ya da ilgi alanları gereği bir avuç insanın bilmesi yetmiyor. Bu güzellikleri, bu değerleri geniş kitlelere tanıtmaktır asıl hedeflenen. Bizden önce bu topraklarda yaşayan, üreten insanların eserlerini korumak, iyileştirmek, tanıtmak, gelecek kuşaklara aktarmaktır bize düşen.
25 Ekim 2010 tarihinde güzel ilçemiz, Arapgir’deydim. Güz renklerinin arasında bir başka güzeldi Arapgir. Biraz mahzun, biraz üzgün; ama vakurdu Arapgir. Arapgir ile ilgili izlenimlerimi, bir başka yazımda anlatacağım. Arapgir’e çok yakın olan Onar köyüne geçtim, Onarlı sevgili arkadaşım Süreyya Eroğlu Taş’la birlikte. Onar köyü, tarihi eser bakımından gizli cennet, gizli hazine. Daha köyün girişinde kitabeli, kubbeli, kürünlü, örtmeli tarihi köy çeşmesiyle karşılaşıyorum. Köyün içinde ilginç mimarisiyle, kullanılan malzemesiyle değişik, tarihi iki de cem evi var. Günümüze kadar işlevini sürdürerek getirilen Anadolu’daki en eski cem evleri bunlar. Neredeyse sekiz yüz yıllık, Selçuklu ev mimarisinin tipik örnekleri. Kare planlı, yüzlerce kişiyi alabilecek, basık tavanlı, duvarları penceresiz bu cem evlerinin tavanları, çok sayıda direkle desteklenmiş. Tavanda ışıklık ve havalandırma görevli açıklığa, üçgen şeklinde taş konarak dışarıdan görünümü gizlenmiş. Ana kapıları, kalas sürgü sistemiyle güçlendirilmiş. Oldukça ilginç yapılar.
Ermeni Usta Garip Eroğlu’nun el emeği, ahşap harman makinesi (patos) var. Malatya Müzesi isterse, Eroğlu ailesi, dedelerinin el emeği, iki ahşap harman makinesini, Etnografya Müzesi’ne bağışlamaya hazır. KUDEB Başkanı Levent İskenderoğlu’na ilk fırsatta bu, ahşap, el emeği harman makinelerini söylemeliyim. ( Onar köyünden döndüğümde, KUDEB’e uğramış, Onar’daki kültürel değerlerimizden kısaca söz etmiştim. Bu yazıyı bitirdiğimde bana da sürpriz yaptılar. Birol Bayram GÜNGÖR, telefonda az önce söyledi. Onar köyündeki ahşap harman makinelerinden birini getirmişler. Bu ekibin, işleri ciddiye almasına ve hızlarına hayranım…) Arapgir’imizin tanıtım kitapçığında, ahşap harman makinesinin fotoğrafını görmüştüm. Şirin Eğin’imizde de tarihi Ermeni katedralinin önünde sergilendiğini gördüm ahşap harman makinesinin. Onlar, artık müzelik.
Onar köyünde iki gün kalmak, Onar’ın tüm değerlerini tanımaya, tüm güzelliklerini yaşamaya yetmedi elbet. Onar köyünün dağlarından bir de gün doğumunu izlemek var ki, Nemrut’un adı duyulmuş. Onar vadisinde keklikler ötüşürken, meşelerin dibinde oturup güneşin santim santim yükselişini izlemek, bir başka mutluluktur. Bu değerleri görmeme vesile olan, bu güzellikleri yaşamama olanak sağlayan değerli arkadaşım Süreyya Eroğlu Taş’a teşekkür ediyorum.
Ama beni asıl büyüleyen, yapay mağaraları ve kaya mezarları oldu. Onar köyü, bir dağın üzerine yerleşmiş. Dağ, yontmaya elverişli beyaz taştan oluşmuş. Yan yana uçurumun kıyısına sıralanmış bu mağara ve kaya mezarlar, köyün güneydoğusuna bakıyor. Sümela Manastırı’nı andırıyor. Bir yanı uçurum, üstü kayalık, büyüklü küçüklü bir sürü mağara ve kaya mezar. Kaya mezarların girişleri alçak, girişin üstünde küçük ışıklıklar ve her odacıkta birkaç mezar yeri var. Genellikle sağda, solda ve karşıda olmak üzere yarım ay şeklinde, çift kişilik mezar yerleri. Başlar, iz yapmış gibi, çift kişilik mezarlar. Kenarlarına taşa oyulmuş çiçek motifleri işlenmiş. Hele bir kaya mezar var ki tam bir sanat eseri. Kiremit rengi boyaları bile duruyor. Koşan, hacimli atlar, develer, savaşçılar, güneş, hangi anlama geldiğini bilemediğim kutucuklar. Arkeolog Canan AKEL, bu kutucukların, kaya mezarların sayılarını gösterebileceğini söyledi. Müthiş eserler bu mağaralar ve kaya mezarlar. İnsanı hayran bırakan, alıp ta bin yıllar öncesine götüren eşsiz güzellikler bunlar. Ta Romalılardan günümüze kadar gelen bu güzelliklerin korunarak gelecek kuşaklara aktarılması gerekiyor. Kaya mezarların diplerini, define avcıları kazmış. En azından bu eserlerin yıkımının önlenmesi gerekiyor. Kaya mezarların ve mağaraların yer aldığı dağın dibindeki sekili düzlükte de asırlık dutlar var. Bu ağaçlar da oradaki yaşam hakkında ipucu olabilir, diye düşünüyorum.
Onar köyündeki bu eserlerin tescili için resmi yazının yazıldığını, Sivas Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan yanıt beklendiğini, Malatya Müzesi yetkililerinden Arkeolog Hüseyin ŞAHİN’den öğrendim. Sayın Valimiz Ulvi SARAN’ın bu acar ekibi, devreye girerse işler hızlanır gibime geliyor. Yılların umutsuzluğu, Taşhoran ve Venk kiliseleri, onların gayretleriyle umuda dönüştü. Taşhoran’ın yaydığı umutsuzluk, herkesçe bilindiği için onu örnek olarak gösteriyorum. Kamuoyunun bilmediği nice eserin kurtarılmasında rol oynuyorlar da seslerini çıkarmıyorlar. Bağıra çağıra, kameralara poz vererek yapmıyorlar işlerini. Sessiz ve derinden; ama dağlar gibi engelleri aşarak çalışıyorlar. Yine söylüyorum, Malatya Valisi Sayın Ulvi SARAN, iyi ki ilimizde İl Özel İdaresi’ne bağlı olarak kurulan KUDEB (Kültürel Değerleri Koruma ve Uygulama Bürosu) var. İyi ki Sayın Valim, siz ve KUDEB çalışanları, tarihi eserlere değer veren insanlarsınız. Tarihi eserleri koruma ve iyileştirme konusuna sıcak bakan, sevgiyle yaklaşan insanlarsınız. KUDEB’le iki gün dolaşmıştım da nasıl canla başla koşuşturduklarına tanık olmuştum. Sayın Levent İSKENDEROĞLU, her yana koşuyor. Öyle çok eser var ki ilgi bekleyen, İskenderoğlu, bir anda kaç parça olacak, diyorsunuz; ama anında planlanıyor her şey. Ekip, Sayın Birol Bayram GÜNGÖR’ün becerikli iş bölümüyle işleri tıkır tıkır yürütüyor. İş bitirme çabasında olduklarını gördüm, zaman doldurma değil.
Taşhoran kilisesine geçici kapı takılacaktı. Birol Bayram GÜNGÖR’le Taşhoran’a gitmiştik. Telefon etti, kapının henüz bitmediğini öğrendi. Saat beş oldu, ben evime gidiyorum, demedi. Burada kapının gelmesini ve yerine takılmasını bekleyeceğim, dedi; bekledi de. Anladım ki işlerin hızında KUDEB çalışanlarının gönüllü emekleri, toplumun geçmişine saygıları, insana ve insanın ürettiklerine sevgileri var. Böyle olmasaydı, Malatya’da tarihi eserlerin restorasyonunda şaha kalkılmazdı. İmkânsız denenler, umuda dönüşmezdi. KUDEB’de çalışanların birbirlerine destek olduklarına da tanık oldum. İş bölümündeki özverileri ve dayanışmaları sayın valimize bağlı sanırım. Bana öyle geliyor ki Sayın Levent İSKENDEROĞLU, Malatya Valisi Sayın Ulvi SARAN’dan aldığı güvenceyi, KUDEB üyelerine dağıtıyor. Bundan da güzel işler, olumlu gelişmeler, hızlı yol kat etmeler çıkıyor. Umutlarımız yeşeriyor Malatya.
SULTAN KILIÇ