Her şey ne kadar da hızlı bir değişim ve dönüşüm içinde değil mi? Ne baharlar eski bahar, ne de kışımız eski kış… En önemlisi de mevsimlerdeki değişikliklerle birlikte doğanın bitki çeşidinin de değişmesi ya da azalması söz konusudur.
Hangi zaman diliminde olursak olalım her birimizin hayatında, çocukluğundan kattığı izler önemli yer tutar. Mesela benim çağda olanların yaşadığı iklimle günümüzdeki mevsimsel iklimlerin farklığı gibi. Şimdi kim der ki Arguvan’da aralık ayından mart ortasına kadar kar ortadan kalkmıyor. Köylerden Arguvan merkeze boyumuza ulaşan karları aşa aşa nasıl da okula ulaşıyorduk öyle… Şimdi gerçekler daha başka. Küresel ısınma ve insan eliyle suyun akışının gemlenmesi yani barajlar iklimin değişmesi üzerinde çok etkili.
Elbette ki geçmişe kestirme bir dille “mazi” diyoruz. Ancak bu söz, geçmişe ilişkin muhabbetimiz önünde bir engel değil ki. Şahsen ben çocukluğumun baharını coşkuyla anımsıyorum. Belki de insana bu coşkuyu veren şey toprağın kendisinde olan kubarmadan ileri gelen bir şeydi.
Gündüzleri kısa, geceleri uzun kışları geçirmek hiç kolay değildi. Onca çocuk soba yanan bir oda içinde üstelik yetişkinleri ürkütmeden; ses etmeden, oynayıp zıplamadan günün geçmesini beklemek zordu. Sanırım atamadığımız onca enerji içimizde gelişen birçok yetimizin de körelip kalmasına neden olmuştur diye de düşünüyorum.
Kar yağar, ortalık çılgın bir beyaza bürünürdü. Ertesi gün karın üstüne yine kar yağardı. Adam boyu karda kaymak için yer bulmak çok zordu. Evlerde fi tarihinden beri aktarıla gelen beştaş gibi pasif nitelikli çocuk oyunları oynardık. Kışyarı olduğunda karanlıkta kapımıza gelip, kışyarı toplayan lenger şapkalı, sakallı ve göbekli palyaçoları bekler ve bunların oyuncu olduğunu bile bile de korkardık. Şubat geldiğinde Hızır’ı beklerdik. Apak, olan ortalığı bir de Hızır ağartırdı. Ortada bir “cemre” hikayesi dolaşırdı. Yetişkinler bu konuyla ilgili çok emin konuşurlardı ama ben cemrenin nasıl bir şey olduğunu tasavvur bile edemezdim. Cemre havada, suda, toprakta… Şimdi çok değişik aylarda doğuran inekler olduğunu duyuyorum. Oysa eskiden inekler ve koyunların doğum ayı vardı. Şubat sonu geldi mi inekler, koyun ve keçiler yavaş yavaş doğururdu. Mart çıktığında istisnalar dışında hayvanların doğum işi biterdi. Buna kuzlama dendiğini de çoğunuz bilirsiniz.
Mart ayı kışın beyaz örtüsünün yırtılıp atılmasında bir dönüm noktasıydı. Hele 21 Mart güneşin kış yanının, bahar ve yaza döndüğü bir tarihti. Küçük çaplı cem yapıldığı olurdu. Benim için o gün helva dağıtılacağı için önemliydi. Hz. Ali’nin doğuşuna ve Sultan Nevruz’da cem’le musahip olanların hatırına helva dağıtılması şekere aç bünyemizin bayramı olurdu. Biz bir lokmacık tatlıyla bayram ederken, doğa da kendi bayramına hazırlanmış olurdu. Güneş yeter ki çıksın, ısı yeter ki birkaç derece yükselsin! Ortalıkta sular seller gider, kar hızla erirdi. Karın kalktığı yamaçlardan çiçekler çıkardı. İlk ökse çiçeğiyle buluşurduk. “Öksüz” çiçeği de der, “anne babası yok onun” derlerdi. Beyaz, narin bir dalı olan boynu bükük bir çiçekti. Ökse çiçeği çıktıktan sonra artık baharı kimse tutamazdı. Şairin dediği gibi “delikanlı bir bahar”dı gelen. Ardından navruzlar çıkardı. Kıvrım kıvrım dalları, mor ve sarı çizgileri ile nazik bahar çiçeği. Navruzu her şeyiyle yerdik. Koca bir kış göğerti görmeden içeride tıkalı kalmışız ya baharla birlikte yenilmesi gereken otların yolunu gözlerdik.
Sırada çiğdem ve çalık ulurdu. Çiğdem bildiğiniz gibi soğanlı bir çiçekti. Karların hepten olmasa da güneş alan yerlerde erimesiyle birlikte sürüsünü yamaçlara çıkaran çobanlar elinde sapları saç örgüsü yapılmış çiğdemlerle dönerdi. Köyün gençleri gruplar halinde çiğdem ve çalık toplamaya giderdi. Çalık en fazla bir karış boyunda düz yeşil yapraklı bir ottu. Asıl lezzetli kısmı, toprağın altında kalan beyazımsı çıtır kısmıydı. Nergiz çiçekleri de baharın ilk çiçekleri gibi narindi. Onu navruz gibi yemez, bardağa süs olarak koyardık.
Tarlalar yeşillendiğinde belki de bütün kış boyu meyvesini besleyen gosguç ve hergülük çiğdemden sonra yediğimiz ilk kök yumru bitkisi olurdu. Gosguç ve hergülük diğerlerinin aksine tarlada, yumuşak toprakta olurdu. Aynı süreçte ekin tarlalarında lale ve sümbüller açardı. Kadınlar evde yemeğe katmak için tarlalara dedeotu, horozkuyruğu, acıgıcı vs.gibi cacık olacak otlara çıkardı.
Bahar toprağın açıp gülen yüzüydü. El uzatıyor, elini alır gibi her şeyini alıyorduk. Mayıs ayı geldiğinde yüksek dağlardan ışkın ve kenger sökün ederdi. Keskin sıcakların arifesinde bahar bir nevi cennetimizdi. Zaten ozanımızda öyle söylemiş: “Çukurova bayramlığını giyerken/Çıplaklığın üzerinden soyarken/Şubat ayı kış yelini kovarken/Cennet dense sana yakışır dağlar”(Karacoğlan)