“ÖLÜM HEP BİZE Mİ, BİZE Mİ DÜŞER?”
- 26 Nisan 2017, 07:47
- 1.7B
Şehit Tuncay Göksu'nun Anısına
''Bazen acı bir gün, yıllarca acı çektirecek kadar derin izler bırakır yaşamda…''
Memed UZUN
Eruh dedikleri güccük bir şehir
Tuncayım güçcük çekemez gahır
Tez gelesin yavrum tez gelesin köye
Aklımız sende gözümüz yollarda galdı
Yediğimiz içtiğimiz ağuynan zehir
Bir çift spor ayaggabısı vardı, gıyamzadı giyine, ağabeysinin İstanbul’dan aldığı bedeni birez böyük pantolonu arkadan kıstırma yapmıştı, ceketi ise açık kül rengi kendisine çok güzel yakışıyordu. İnce bedeni gülüşleri ve sırtındaki ceketi ile keküllü saçı öyle uymluydu ki, gülüşleri ise içten ve samimiydi, kendisine ayrı bir güzellik katardı. Aynanın garşısına geçti saçlarını taradı. Uzun faul uçları gıvrışık seviyordu o şekilde. Arguvana gitmek için hazırlandı. Askerlik şubesinde yoklamasını yaptıracak alırlarsa askere gedecekti. Bir an önce askerliğini yapmak sonra İstanbula ağabeylerinin yanına gedip temelli bir işe girmek istiyordu.
O yıl köye çoban anlaşıp tutamadılar herkes koyunlarını kendisi yayıyordu, Gara Kuyunun derelerde dolanmıştı o gün çok acıkmıştı, kuşluk vakti koyunları getirdi, kapıda teştten doyası su içen koyunlar sakinleşip meleyerek karaağaçların altındaki çevirmeye doluştu. Anası ekmek pişiriyordu anası Tuncay’ı görür görmez her zamanki gibi, “Aha sağa gurban olam!” diye gülümseyerek Tuncay'la göz göze geldi. Tuncay da yorgunluğunu her zaman omuzlarını düşürerek belli ederdi, elindeki değneği attı anasına bahtı, tam göz göze geldiler. Tuncay, her zamanki gibi babasının gülüşlerine tıpatıp benzeyen gülüşleri ile eğilip ekşili ekmekten aldı, yanda bakır tabaktaki aş yağı ile ekmeği yağladı, ekmek çok sıcaktı yağı hemen eritiyordu, anası elinden çekip aldı bol genem yağladı dürüp eline verdi. Elinde dürümle gözden kayboldu. Üstünü başını giyip kooperatifin önüne varmıştı ki, Gecekondulu Salmanların motoru Arguvan'a gidiyordu, el etti, kendisi de binip Aşağı Sülmenli’nin virajlı yollarından Garadiğin tepeden aşıp rüzgarın etkisiyle saçları dağılmış işliğinin iki iliği çözülmüş o güzel bahar rüzgarı çok hoşuna gitti.
Arguvan hükümet binasının alt tarafında duran Traktörden inip Askerlik Şubesinin kapısına geldiğinde miğferli elinde uzun namlulu silah olan askerle göz göz göze geldi, bir birlerine gülümsediler. Askerlik yoklaması için geldiği belliydi. Üstünü aradıktan sonra gideceği yeri işaret etti. Askerlik Şubesinin salonda bekleyen tanıdık antaşlarıyla selamlaştı, oturup sırasını beklemeye başladı. “Tuncay Göksu” diye seslendi asker. “Nüfus cüzdanını” dedi, aldı içeriye, giden asker kalın bir defterle geldi. Üstünde büyükçe ''Yukarı Sülmenli Yoklama Defteri'' yazıyordu. Deftere bir şeyler işleyen asker, bir forum doldurup sarı zarfa imzalatıp mühürleyip koydu, zarfı kapatıp kendisine teslim etti. “Malatya askeri hastanesinde muayeneye gideceksin” dedi.
Elinde zarfla köye dönen Tuncay, Anası köy içine doğru gederken Avni gilin kapıdan kendine doğru gelen oğlunu görünce durakladı her zaman ki gibi “Aha sağa gurban olam, seni veren Allah’a gurban olam Tuncay, Tuncay!” deyi ilendi, gözleri doldu. Tuncay, “Daha etmedim, ağlama ana” deyince Anası türkü çağırmaya başladı:
“Şu garip göğnümü sensiz kimler eylesin
Ben ağlamayam da gurban olam kimler ağlasın”
Anasına elindeki sarı zarfı gösterirken boynun büküktü ilk defa baba ocağından ayrılıp kendini gurbete vuracaktı. Bir seferinde gittiği İstanbul'da bir hafta zor kalmış köyü, babasını ve anasını ökseyip deli olmuş bir an önce köye dönmüştü. O aklına gelince gözleri doldu, bir yandan da asker elbiselerini, eline alacağı silah geldi aklına. Fotoğraflarını gönderecek, izine gelecek, bunlar hep aklından geçiyordu. Anasına zarfı gösterdi, “Muayeneden soğra belli olacak” dedi. “Acıhmıştırsın gurban olam, erişte yemeği yaptım, yanında ayranlı şoğra var yersin” dedi anası.
Gün gelip çatmıştı herkes çok seviyordu, ağzında sanki dili yoktu, karıncayı incitmezdi, masum gülüşlerine ise herkes bayılırdı. “Tuncay” diye seslendiklerinde hemen gülümsemeye başlardı. Tıpkı babası gibi gülerdi. İnce çökmüş avurtları, gök mavisine çalan gözleri, bahar güneşinin çarpıp sararttığı saçları, alnının üstüne arada bir düşen perçemi elleriyle geriye doğru şekillendiriyordu. Evlere davet ederlerdi, adet öyleydi. Askere gidecekleri eve çağırmak ona moral vermek içindi. Askerlik anıları anlatmak çok hoş oluyordu.
Manisa Kırkağaç acemi birliğinde eğitim bitmiş, 10 günlük dağıtım izinden sonra Siirt Jandarma Tugayına sevk pusulası vermişlerdi.
Babasına “Sırlı” derlerdi, bu lakap yörede “sır saklayan”, “asla yalan konuşmayan” insanlara verilen asaletli bir lakap idi. Köy öğretmeni Hüseyin Sayın en fazla bu lakabın ne anlama geldiğini bilir, öyle içten “Sırlı” diye seslenirdi ki çok severdi Hüseyin Sırlı Emmiyi. Arguvan'da karşılaştı babası ve Tuncay askerlik şubesine bir kağıt imzalatmak için gidiyorlardı. Durumu öğrendi. Siirt'in tehlikeli yer olduğunu biliyordu ama üzmemek için belli etmedi Eymirli gün görmüş öğretmen gülümsedi, “Hayırlı olsun, gider gelir dedi '' elini cebine atıp Tuncay’ın cebine bir miktar para koydu. “Bu adettendir” dedi Hüseyin Sayın öğretmen. Tuncay almak istemedi, babasına baktı, babası “al” der gibi boynunu büktü.
Malatya terminalden uğurlarlarken babasının elinde şapkası, ağzında sigarası, anası Tuncay’a sarılıp derin derin kokladı, sonra iki eli koynunda, gözleri yaşlı, otobüs sağa sola yalpalayarak geri geri geldi, sonra hızla çevre yoluna doğru giderken Tuncay iki elini sallayarak gözden kayıp oldu. Anası ise ağıt yakıyordu....
“Tez gel gurban olam tez gel izine
Ahan göz yaşlarımı sil de gene get”
Siirt yolları çok çetindi. Dağların arasından geçer, yollar arabalar ağır gider, ıssız yerlerde durdurulur, zor bela ilerler ortalık çok kötüdür. Hele de asker olanlar için…
Siirt ili Eruh ilçesine vermişler oradan da Bağgöze köyü Yokuşlu karakoluna sevk edilmişti. Yılan Dağının eteğinde Jandarma karakolu 22 kişilik koğuşta tam köşede yatardı Tuncay. Arkadaşları içinde en masumu, en sessizi. 9 Kasımı 10 kasıma bağlayacak gece Nöbetci Çavuşu omuzuna dokunarak “Tuncay, Tuncay” diye sessizce kaldırdı, nöbet saati gelmişti, üç-beş nöbeti diyorlardı. Tuncay hemen fırladı, giyindi kuşandı, beş Arkadaşı ile birlikte karakolun üst tarafındaki köyün ileri siperlerine cemse ile giderken köy korucularının dikkat edin baskın olacak uyarısından kum çuvalları ile siperlenmiş mevziye girdiler. Daha nöbetin üzerinden yirmi dakika geçmemişti ki, rüzgarın sürüklediği ince tiz seslerin ardından üç koldan yaylım ateşi altına alındılar. Siperden çıkıp çatışmaya girdiklerinde omuz, sırt kısmından tam beş kurşun yarası aldı, ikinci kurşunda "ufff" diye sesini duydu arkadaşları...
Köy girişinde okulun oradan gelen cemsenin ışığı muhtar Musa'nın evinin üstünden Aliseydi dedenin konağını gündüz gibi aydınlattı. Şaröğ’ün peğinin orada duran cemseyi soğuk bir güz günü gecesi sırtında gocikle Aliseydi Zengin dede karşıladı. Askerlere yaklaşan Aliseydi durumda bir gariplik olduğunu sezdi. Rutbeli bir asker, ''Tuncay Göksu'un en yakın akrabası kim?' deyip durumu anlattılar. Aliseydi Zengin onları Süleyman Üşük (Şemen) gile götürdü
Pencereye gelen Şemen'e kapıyı açmalarını söylediler. Salonda durum anlatılırken Şemen’in beğzi beti geçti, ağlamaya başladı. Hanımı Zekine ise beğzi geçip donup kalmıştı. Hüseyin Göksu (Sirli) kapısına varınca Süleyman üşük, Pencereye vurup “Hüseyin, Hüseyin!” diye ağlarımsı bir ses tonuyla seslendi. Yataktan ilk fırlayan Tuncay’ın anası Fatma ve peşinden Hüseyin Emmi kalabalığı görünce, derin uykuda kendilerini yakalayan bu acı haberin feryadı ile duyanı işiteni ağlatan bu acı haber dalga dalga yayılırken, onlarca köyden şehirden ve çevreden gelen kalabalıkla, köylülerin cem dedesi Alvarlı Mustafa Dedenin konuşması ve kıldığı cenaze namazı ile askeri cemse göz yaşları feryatlar içinde Hitit yığması olan köyün üst tarafındaki mezarlığa doğru ebedi istirahatgaha yol alıyordu. Güz mevsiminin el ayak üşüten soğuğu akşamdan çiseleyen yağmur, göz yaşları ve figanlar arasında toprağa veriliyordu Tuncayın cansız bedeni…
Artık hep şehidimiz diye anılacak baş ucunda görkemli bir bayrak mezarlığın doğu tarafında alt etek kısmında mezarı başında yıllarca mum yakan emektar babası ve anası gelen geden külfeti yakınları, köylüleri gözyaşları dökeceklerdi yıllar boyu. Acının dili yoktur Gözyaşları feryat ve figandan başka bir de ''ölem ölem yavrum genç yaşında toprağa düştü'' diye ferman büyük yerden neyleriz” diyordu babası. Her perşembe akşamı ki bizde cuma akşamı derler varıp Tuncayının başına kabrindeki gülleri sulayıp baş ucunda mum yakar ,sonra şapkasını dizine koyup sigarasını sarıp yakandan sonra aklına gelen bütün duaları okurdu içinden.
Ben şu guşun ganadı değilim
Tuncay’ımdan ayrılalı ayıh değilim
Ürüyama gel gurban olam ürüyama
Ahan gözyaşlarımı sil de gene get
Yanlız köyümüzn değil duyan eşiten cümle çevrenin ortak acısına dönüşen Tuncay’ımızın adı köy okulumuza verilerek öğrencilerin diplomalarına yazılıyordu; “Şehit Tuncay Göksu Ortaokulu” denilerek.
Babası Hüseyin Göksu (Sirli) yıllar sonra Tuncay’ın yanına, yüzünü yaratana dönüp hakka yürüdü, göç etti. Şimdi yan yana Tuncay’ı ile yatıyorlar...
Işıklar içinde uyusunlar…
Kaynak: Süleyman Özerol
Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.
Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.
YORUMLAR
kör olsun kader,hep yoksul insanları masum insanları bulur.öykünü ağlayarak okudum ,çok hüzünlü ve acı .ellerin dert görmesin.i̇nşAllah si̇zi̇nle bi̇r gün tanişma firsatimiz olur.hizir yoldaşin olsun yazarim