Ömrümün Harman Yeri
Harman; devşirmek, muhasebe etmek…
Geçen yaz Arguvan’nın Güveçli Köyü’nde Maman deresinin yanında olan tarlamızdaydım. Kardeşlerimle beraber buğday harmanındayız. Harmanın bir kısmını akşam, bir kısmını da gündüz patoza verdik. Harman yerindeyim. Ekilen tarlanın orta yerindeyim. Hazırlanan tarlaya toprağa- iklimine uygun atılan tohumlar büyümüş, ekinin daha iyi olabilmesi için gübreler atılmış, varsa zararlı otlar toplanmıştır. Kışı aşan, bahara gülümseyen, yaza teslim olan ekinin biçilme zamanı gelmiştir. Biçilen ekinler harman için en uygun yere toplanmıştır. Traktör yaklaşıyor. Hasat anının en heyecanlı yerine gelinmiştir. Savrulmaya başladı saplar. Her atılışında bölünmesinin, parçalanmasının çıkardığı sesler. Saman bir tarafa, buğday bir tarafa ayrılmaktadır. Tarlayı eken gözleri buğdayın geldiği yerdedir. Dakikalar birbirine eklenirken sonuç ortaya çıkmaya başlamıştır. Çıkan buğdayın ölçüsü belirlenir. Masraflar hesaplanır. Alınmak istenen ve gerekli olan kısımlar alınır. Gereksiz- işe yaramayacak olanlarda bir kenara konulur. Ekini eken önce ne elde ettiğine bakar. Ardından kar- zarar hesabı yapar. Karlı çıkmış ise sevinçli, zararlı çıkmışsa endişeli halde, elde ettiğini toplar ve evinin yoluna çıkar. Elde ettiği üründen memnun olup olmaması, karlı çıkıp çıkmaması ona gelecek için yapacağı tercihlerde etkili olacaktır.
İnsan hayatının harmanı nerede kurulur? Hangi zamanda ve nasıl. Her an geçmişte ektiğimiz- yaptığımız veya düşündüğümüz bir işin çeşitli aşamalardan geçerek nasıl gerçekleştiğine şahit oluveririz. Her an yeni bir harman kurmak- yaptıklarımızla yüzleşmek, muhasebe etmek zorunda kalırız. Veya gelecekte çok faydalı olacağını umduğumuz bir işin ilk tohumunu- adımını atmış oluruz. Birbirini sebep- sonuç ilişkisi içinde olaylar zinciri içinde yaşarız.
Bilgisayarımda en çok sevdiğim türkülerden bir “Ömrüm” çalınıyor. Mustafa Özarslan güzel yorumlamış. Derinden, sarsarak, yanık, terkedilmiş ve yalnız.
“Durdurun giden zamanı
Götürüyor her anımı
Bahara benzer ömrümü
Döndürüyor kışa beni
Çeviriyor kışa beni
Oy ömrüm oy ömrüm oy ömrüm oy\"
Götürüyor her anımı
Bahara benzer ömrümü
Döndürüyor kışa beni
Çeviriyor kışa beni
Oy ömrüm oy ömrüm oy ömrüm oy\"
Bu türküyü her dinlediğimde bir hüzün, öfke, isyan kaplar içimi. Neden hatırladıkça ah ne güzel yaşamışım diye hayıflanmam da hep kaybettiklerim, bulamadıklarım aklıma gelir. Kendimizi yani ömrümüzü düşündüğümüzde; solan, sararan, rüzgâr önünde uçuşan bir sonbahar yaprağının çaresizliği, savrulmuşluğu ortaya çıkıyor. Hâlbuki ne ulaşılacak ne umutlarımız, kavuşulacak sevgililerimiz, gerçekleştirilecek hayallerimiz, varacağımız hedeflerimiz vardır. Her çalınışında ömrümün hatırlayabildiğim kadar kısmı gözümün önünden geçer. Geçip giden günlerin arkasından bir dostu trenle uğurlamış gibi el sallarım günlerimin ardından. Bazen düşünürüm nedir milyarlarca insan içinde varlığımın anlamı. Gün gelecek öleceğim. İsimsiz bir mezarım olacak. Çocuklarımın babası olarak nüfus kayıtlarında geçecek adım. Bir mezarlığın yanında geçerken isimli- isimsiz binlerce insanın derin bir huzura ermiş gibi duruşunu seyreder ve sonra ne zaman, nerede yaşadı bunca insan, neler yaptılar, ne için öldüler, nasıl bir hikâyeleri var diye sorasım gelir. İçlerinden hikâyesi bilinen birkaç tanesi. Ya diğerleri ne işleri vardı bu hayatta ve neden yaşadılar. Veya hepsi olsa bile ben öldükten sonra bunların anlamı nedir?
Benim ömrüm diyorum ama bu birazda senin veya başkalarının ömrü oluyor. Hatta çoğu kez benim olacak bir şey kalmıyor orta yerde. Düşlere dalarak geçmişe doğru uzanıyor. Uzakta olan zamanlar yakınlaşıyor. Dokunmaktan korktuğum anlara rastlıyorum. Allah’ın şahitliğinde yaşanan bu hayatın, günlerin, acıların hesabını nasıl vereceğim? Yaşadıkça artıyor günahlarım, ağırlaşıyor yüküm. Sormaktan yoruluyor, derin sukutlara dalıyorum. Aramaktan bıkıyor, oturuyorum yol taşının üstüne. Bekliyorum bir müjdeci… Ben bulmalıyım onu… Ben bulabilirim saklı olan o derin sırrı… Ben bulabilirim ancak o gizli hazineyi…
Yüreğimin dili olan türkü uzayıp gidiyor:
Güz mü geldi rengin soldu ne tez yaprak döktün ömrüm
Hep ağlarsın boynu bükük boynu bükük
Gözyaşın derya mı ömrüm ömrüm ömrüm
Hep ağlarsın boynu bükük boynu bükük
Gözyaşın derya mı ömrüm ömrüm ömrüm
Ne tadım ne de tuzum var ne yaşamakta gözüm var
Bülbül gibi güle figan etmekten mi çıkar ömrüm ömrüm
Bülbül gibi güle figan etmekten mi çıkar ömrüm ömrüm
Bir yerde başlayıp, bir yerde bitecek olan. Bir zamandan başlayıp, bir zamanda bitecek olan. İnsan bin bir dert ve endişeden ibaretmiş. Yaşayan ve yaşamış milyarlarca insan gibi dünya boşluğunda tutunacak dal, sığınacak liman arayan kalbim. Aklımı ve kalbim hayatın cenderesi içinde sıkıştıkça sıkışıyor. Şehrin orta yerinde dağdan getirdiği Kar’ı satan kişinin bağırdığı gibi çağırmak istiyorum. “Sermayesi tükenen bu adamı kurtaracak yok mu?” kimse duymuyor. Erimektedir sermayesi. Anlamıyor şehir halkı, kurtarmak için elini uzatan bulunmuyor. Bir meczup olarak algılanıp sadece gülümseyerek geçiliyor. Keskin virajlardan geçerken bazen uçuruma yuvarlanacakmış gibi hissediyorum. Ama korkutmuyor beni yollar, yıllar ve insanlar. Yıldırmıyor beni, benliğimin önünde yükselen sahte engeller.
Ömrümün harman yerine her an yeni bir şey taşımaktayım. Çok büyük ümitlerle götürdüklerimden beklediğim şeyleri elde edemedim. Bazen kazançlı, bazen zarardayım. Harman yerinde oturmuş kafamı ellerimin arasına almış, neler olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Ömrümün orta yerindeyim. Harman yerindeyim. Bekliyorum sizi. Elde ettiğim hasadın muhasebesinin içinden çıkamadım.