Elimdeki sözlükten Eski Türkçe olduğunu düşündüğüm “sağı”nın karşılığında “kuş tersi” –kuş pisliği anlamında- karşılığı yazılıydı. Oysa benim aradığım karşılık bu değildi. Ben ‘sağmak’dan ileri gelen “sağ-ı” için bakmıştım. Çünkü ortada bir eylem var ve buna köyde “sağı” deniliyordu, “sağıya gitmek” de buradan ileri geliyordu.
Karlar erimiş, nisanla birlikte bahar yürümüştür. Aylardır sap, saman, arpa yiyerek içeriden çıkmayan irili ufaklı hayvanlar da çobanlar eşliğinde yayılmaya çıkmıştır. Sabah gider, öğlen gelir; birkaç saat dinlenir yeniden gider ve akşam dönerlerdi. Ve bahar denilince akla ayrıca gün aşırı yağan yağmurlar gelirdi. Koyunları güden çoban bazen bu yağmurlu olduğu kadar çok çamurlu havalarda öğlen dönüşünü gerçekleştirmeyince köye haber salar ki sağıya gelsin diye. Tellalın sesine herkes kulak kabartır: “Ey ahali duyduk duymadık demeyin. Çoban sürüyü Ağdiken’e çekmiştir. Koyunu olanlar sağıya gitsin!”
Sağı çağrısı analarımızı ellerindeki işinden ederdi. Koyunlar gelmeyeceğine göre özellikle çok küçük kuzuları, analarını emmesi için götürmek, fazla sütü olan koyunları sağmak için gitmek şarttı. Hemen hazırlığına başlanırdı. Yoksa çoban koyunları tuttuğu yerde zapt edemeyip başka yere gitmek zorunda kalırdı. Analarımız önlerindeki güçlüğü ya da bir bakıma geleneği göğüslemek, yerine getirmek için çabalarken biz çocuklar sağı işine çok sevinirdik. Ama körpe kuzuları, bir yandan da elinde bakracı çamur çaylar içinde taşımakta zorlanan analar ve ablalar küçük çocukları yanlarında istemezdi. Hepitopu bir ya da kuzu sayısına göre iki eşekle yola çıkılırdı. Herkes küçük kuzusunu eşeğin üstüne attıkları heybenin gözüne koyardı. Eğer heybenin karşı gözü boş ise taylasın diye oraya da bir taş koyardı. Kimi de tek bir kuzusuyla yaya çıkardı. Bizler de çocuk kurnazlığıyla köyü çıkana kadar onlara yük olmak yerine yardımcı olacağız edasıyla uslu uslu kıyıdan köşeden peşlerine düşerdik. Hem yetişkinlerin eşliğinde kurt korkusu, yılan korkusu olmadan bir macera yaşayacağız hem de yorulduğumuzda bizi eşeğe bindirecekler diye içten içe sevinç duymadan edemezdik.
Kurnazlığımız bir süre sonra duygu sömürüsü noktasına gelirdi. Köyü çıkar çıkmaz nasıl olsa bizi geri gönderemezler diye ilenmeye başlardık. Çamurlu yolda ilerlemek gerçekten çok zor oluyor, öndekilerle aramız açıldığında bu sefer ığıl ığıl ağlamaya bile başlıyoruz.
Davarın bekletildiği söylenen yere yaklaşıldığında koyunları orada bulamamak da var elbet. Tarlaların yüzünde, bayırlarda beyaz tülbentleriyle hareket eden kadınlar, görülüyor. Davarı bir yamaçta herk halindeki bir tarlanın ortasında görmüş olanlar o yöne doğru birbirini takip ederek gidiyor. Çocuksun işte! Sevinçle başlayıp, zahmetle sıkıntıya dönüşen yorucu, çamurlu yolun ortasına geldikten sonra pişman olmak bir işe yaramıyor. Dönmek istersen bile düz yolda kaybolma, kurda, tilkiye rast gelme korkusu eziyet çekmekten daha baskın geliyor. Yetişkinler arada bir arkaya dönüp peşlerine düşmüş ağlayan, sızlayan çocuklara söylenip duruyor. Tepe bayır sürünün olduğu yere varmak için çırpınıp terler akıtan eşeğe binmek en azından sağıya gidiş yönünde çoğumuz için mümkün olmuyor.
Evdeki işlerini yarıda bırakarak çobanın çağrısına yönelen analarımız, ablalarımız sağı yerine vardıklarında derin bir nefes alıyor. Peşlerine düşüp yardım ve ilgi bekleyen biz çocuklar da sürünün yanına yetiştiğimizde çektiğimiz eziyeti tez elden unutmuş gözüküyoruz. Çünkü birazdan daha başka şeyler olacak.
Önce heybede ya da kucakta taşınan körpe kuzular ortaya salınıyor. Aman tanrım! O ne kargaşa öyle! Telaşlı kuzu sesi ile koyun sesi birbirine karışmış vaziyette. Yüzlerce koyun içinde anasını arayan kuzular ile yavrusunu bulmaya çalışan koyunlar birbirine giriyor. O değil, bu değil, olmadı, öbürü, beriki derken sürünün olduğu alanda sarmal bir koşuşturmaca alıp başını gidiyor. Tamam, canhıraş, acı meleyişler arasında bir yanıyla anasını, diğer yanıyla kuzusunu bulma hengamesi dinmez, bu düğüm çözülmez diye düşünerek kenarda bekliyorsunuz. Derken meleyişler azalıyor, kuzular kendilerini itekleyen koyunlar arasında turladıktan sonra analarının memesini altına yerleşmiş oluyor. Ortalık birden duruluyor, kıyamet bitiyor.
Sürüyü kollayan köpek etrafta işini yapar gibi dönüyor. Sırtında yünden kepeneği ile bir yanda duran çobana kadınlar sigara, yağlık denilen büyük mendil, kibrit, çorap gibi küçük hediyeler veriyorlar. Bir de çocukların nasiplenecekleri leblebi üzüm karışımı çerez ve kaya gibi sert akide şekeri dağıtıyorlar. İşte biz çocukları sağıya çeken şeylerden biri de bu olsa gerek. Artık o üzümün, şekerin tadıyla köye nasıl dönüleceği kimin umurunda…
Kuzular doyup analarını bıraktığında kadınlar emzirmeyen koyunların memesini yoklayarak sütlerini sağıyorlar. İşini bittirenler çobana seslenip“hayırlı olsun”,” bereketi çok olsun” dileklerinde bulunarak dönüş yoluna geçiyor.
Sağı böylece olup bitiyor. Sonraları öğreniyorum ki sağıya gitmek, çobana hediye verip iyi dileklerde bulunmak baharla birlikte başlayan sütün bereketi, koyunların sağlığı için yapılan bir tür törenin kendisiymiş. Daha fazlasını merak etmekle birlikte hayvancılıkla geçinen, tarımla uğraşan topluluklar belki de bin yıllar öncesinden getirdikleri bir gelenekle doğanın ağır koşulları karşısında dik durma inancını beslemeye çalışıyordu. Bu kültürden geriye ne ya da kim kaldığını bilmemek bile insanın ruh zenginliğini azaltmaya yetiyor.