SONUNDA HALAY ÇEKMEK VE TÜRKÜ SÖYLEMEK OLSA…
Bir zamanlar ne televizyon vardı ne de devasa yükseklikteki bilbordlar-reklam panoları.. Reklam yapmanın, tanıtımın, karşıdaki rakibi nasıl alt edebilirimin planları yapılırdı. Ancak geleneksel yöntem ile işe koyulurlardı. Konuşma ve değerlendirmeler her akşam ev oturmalarında ya da tarlada, bahçede çalışırken verilen ara dinlenme molalarında sürdürülürdü… Bu süreç, seçimin yapılacağı son günün sabahına kadar da devam ederdi.Neler olmazdı ki!
Malatya’da bir köyümüzde muhtarlık seçimlerine daha bir-kaç ay kalmasına rağmen akşamları ev sohbetlerinde bir araya gelen erkekler, akşam sohbetlerinin bir yerinde nasıl olduysa birden kendilerini seçim atmosferi içinde buluyorlardı…
-Eski Mıhtar’ın artık bişey yapacağı yok, Filanın Ahmet olsa iyi olur ya… diye başlayan sohbetler gecenin bir yarısına kadar uzar, bir kaçı da elinin parmaklarıyla “3 oy Zeynal’den, 1 oyu karşıya say 2 oy Memet’ten” diyerek, alınacak oyu hesaplardı. Birden hesap işi alt-üst olurdu:
- Yok be gardaş, onu hesaptan düşüp karşıya eklesen eyi olur ya!...
- Niye ki, onlar geçen seçimde karşıyı desteklemedi ki…
-Sen o zaman geçen yaz, filanın ineklerinin bostanlarına verdiği zarar-ziyandan sonra aralarının açık olduğunu bilmez misin?
Günler günleri kovalıyor, geceler geceleri…Seçim gününe az bir zaman kalmış artık.Sabit oylar kafalarına göre belli olsa da her iki aday tarafının.kaçamak oylar ise devamlı takip ediliyor.
Her iki tarafın hatırlarını kıramayıp ikisine de söz verenlerin yanında, rengini tamamen belli edenler de var.Kimisi birinci azalığa yazılıyor, kimisinin desteğini anlamak için de tükenmez kalemle beyaz kağıda yazılan aza listesinde yedek azalığa konulduğu oluyordu.Sandıktan çıkan oy pusulasında eğer o ad okunursa, anlaşılıyordu ki oy kaçmamıştır…Bu uygulama, sadece kaçak oyların tespitinde kullanılan tekniklerden biriydi.
Şemsi, köyde geçimini kıt kanaat sağlayan biriydi.Beş oyu vardı.Öyle bir kıymete binmişti ki, her iki taraf çeşitli teknikler deniyor, Şemsi ise hâlâ rengini belli etmemeyi beceriyordu.Bir akşam Şemsi’nin evine Elli kiloluk bez torbada şeker götürüldüğü anlaşıldığında, diğerleri hemen şeker ve yanında çay vb. götürüyordu.Şemsi, bu gidişle birkaç aylık yiyecek giderini karşılayacaktı.Hanımına:
-Keşke her sene böyle Mıhtarlık seçimi olsa, diyordu.
Ortalık iyice kızışmış, gece sabahlara kadar oyların karşı rakibe kaçabileceği düşünülenler kontrol altına alınmışlardı.Son gece ise, kullanılacak oy pusulaları elden dağıtılıyor, emin olmadıklarına da yeminler ettiriliyordu; Oy pusulasını alan: “Allah, Peygamber, Ali vekilki size verecem” ya da “karşı tarafa da sözüm var, oyumun biri size biri de onlara”…diyenler oluyordu. O zaman da “İşte bu kaçamak güleşiyor, aman ha dikkat edelim” diye oyun kaçmamasını önlemenin yolları aranıyordu.
İstanbul’da yaşayan, ancak Malatya’da bulunduğunu öğrendikleri Dursun’u getirmek için gönderdikleri arabadan, Dursun’un indiğini görünce sevinmişlerdi.Akılda olmayan bir oy daha... Arabadan inen yabancı birisi vardı, sordular:
-Bu bey kim Dursun?
-Benim patronum olur, gardaş gibiyiz…Gezmeye gelmiştik, siz geldiniz, şaşırdık biraz da!
Dursun ve arkadaşı karşı rakibe gösterilmeden bir eve yerleştirilip, ortaya da bir rakı sofrası kurdular..Sabaha kadar yenildi…İçildi. Hizmette kusur yoktu.Dursun’un arkadaşı çok memnundu geldiklerine…
Sabahlamışlardı her iki muhtar adayı tarafı… Oy rengini belli etmeyen ya da karşı tarafa da söz verdiklerini bildikleri aileleri göz hapsine almışlardı.Kadının birisinin eline oy pusulasını tutuşturmuşlar, bir de üstünü başka bir kadına arattırıp işi iyice sağlama bağlamışlardı.. “Götür bunu içerde zarfa koy, ağzını kapatıp sandığa at..” demeyi de ihmal etmiyordu, pusulayı veren!
O sabah, sandıkların kurulduğu okul binasının çevresi hayli kalabalıklaşmıştı. Bir kaç Jandarma da emniyet tedbiri için orada bulunuyorlardı.Bazı seçmenler evlerinden alınıyor, yanlarına karşı rakipleri yanaştırılmadan sandığa getirilip, oyunu kullandıktan sonra tedbir sona erdiriliyordu.
İstanbul’dan tesadüfen gelmiş olan Dursun’a “Rüzgar” diye namıyla hitap eden arkadaşı, Dursun’un sırtını eliyle sıvazlayarak:
-Bak Rüzgar…Rüzgar Dursun arkadaşım, biz bu adamların sofrasında yedik içtik…Aman ha karşıya oy kullanma, diyerek o da birden taraf olmuş, bu küçük kırk-elli haneli köyden biri gibi olmuştu… Oylar tek tek sayıldı..
Akşamüzeri sandıklar açıldığında, adaylardan biri, seçimi bir oy farkla kazanmıştı, bir de geçersiz oy çıkmıştı. “Geçersiz oy, olsa olsa köyün öğretmenindendir” dediler.Kazandırma yönüyle de kazanan ve kaybeden taraf işini de Dursun’dan bildiler… Bir tarafı kazandırmış, diğer tarafı kaybettirmişti işte…Kimi “Helal olsun şu Rüzgar Dursun’a” derken, kaybedenler de beddua ediyorlardı;“Nereden çıktı geldi bu adam, yoksam geliş-gidiş masraflarını mı karşıladı karşı taraf” diye söze başlayarak…
Rüzgar Dursun ve arkadaşı, İstanbul yolunda otobüste giderken, Rüzgar, patronu-arkadaşına döndü:
-Sana bişey dersem kızacan ama, söyleyip kurtulayım içimdeki sıkıntıdan..
-Söyle bakalım.
Rüzgar:
- Ya ağabey, o geçersiz oyu ben vermiştim. Çünkü beni buraya yazmışlar, ama ben bunlarla yaşamıyorum ki! Hep gurbetteyim, şimdi köylülerimin kimi dua, kimi beddua edecek ama, benim içim rahat…
Aradan bir hafta-on gün geçti geçmedi, köyde düğün vardı.Memet’in oğlu Sadık evleniyordu.Seçim çoktan unutulmuştu, çekişmeler yoktu…Yenildi, içildi… Gençler türküler söyledi:
“Güzel ver ki yüzüğünü saklayam
Yemin edem barmağıma takmayam
Senden başkasına meyil verirsem
Yedi sene bu yataktan kalkmayam”
Herkes düğünde halaylar çekti, yeni seçilen muhtarla seçimdeki kaybeden rakibi de halaydaydı…Halayı karşıdan izleyen iki yaşlı erkekten biri komşusuna:
-İyi ki bu seçimler oluyu gardaş, biraz hareketlilik geliyi köyümüze… Haydi haydi halayın bi başından da biz girek hele… 17.01.2009