TASAVVURUN ÖLÜMÜ
Rüstem BUDAK
İnsan tasavvur eder. Varlığını tanımlamaya ve varlıklara anlam vermeye çalışır. Olaylardan- kişilerden- tabiattan- gaybtan anlamlar devşirir. Tasavvur sözlük anlamıyla “zihinde canlandırma, tahayyül etme, göz önüne getirme, yapılmasını düşünme”dir.1 Geleceği tasvir etmeye; zihin tuvaline sahip olduğu kelimeler, düşünceler ve duygularla bir resim çizer. Kullandığı renkler, yer verdiği kişiler ve bulunduğu ortam, insanın tasavvuruna derin etkide bulunur. Bu resim onun hayatıdır, verdiği tüm emeklerin hâsılasıdır. Bu eylem insani var oluşun en soylu ifadesidir. İnsan tasavvur ettiği şeyi yaşar. Onu gerçekleştirmeye çalışır. Bu “Rüya”sını gördüğü, “hayal”inde yaşattığı ve “düş”ünü gördüğü geleceğidir.
Tarih, tasavvur sahibi olabilenlerin eseridir. Dünya için, insanlık için, kendi halkı için, ülkesi için bir tasavvura sahip olanların… İçinde yaşadıkları şartlara, ortama, geleneğe, başka tasavvurların tasallutuna bağlı kalmadan, sınırlandırmadan bir gelecek inşa etme hareketidir. Musa, Buda, İsa, Sokrates, İbrahim, İskender, Konfüçyüs, Spartaküs, Osman Gazi, Selahaddin Eyyubi, Muhammed İkbal, Mani, Nietzsche, Ömer, Marks, Sartre, Gandhi, Muhammed… Musa, zamanın Firavun’una kafa tutarak, halkının özgürlük içinde yaşabilmesi için bir geleceğe doğru yürüyüşe geçti. Buda, insanların hem maddi, hem manevi olarak yaşadıkları acıyı azaltacak bir ruhi dirilişi öğütlüyordu. İskender zenginliklerine yenilerini katmak, büyük ülkü “Doğu”ya sahip olmanın mücadelesini veriyordu. Osman Gazi, atalarının çıktıkları tarihsel yürüyüşe devam ederek yeni bir dünya kurmanın yolundaydı. İbrahim, çöl ortasında bir medeniyet diriltecek, insanlığa yeni bir yol çiziyordu. Gandhi; kendi kültür köklerinden damıttığı şuurla yağmacı ve zorbalara ders vermiş, halkına gerçek özgürlüğe giden süreci başlatıyordu. Muhammed, Kisra’nın saraylarını ve Bizans imparatorluğunu sarsacak, kurtuluş muştusunu ifade edecek bir tasavvurla inananlarla yola çıkıyordu. Onlar geleceği kurdular, yüreklerinde, zihinlerinde. Kimseyi kurmadıkları bir tasavvura çağırmadılar.
Yaşadığımız zamanda insan tasavvurunun yeni bir veçhesini yaşıyoruz. Dirilten değil öldüren, kuran değil dağıtan, çözen değil çözümsüzlüğe mahkûm eden... “Bir sistem, egemenliğini ne ölçüde dayatıyorsa, insanların düş gücü de onun karşı karşıya kaldığı başarısızlıklardan o ölçüde etkilenmektedir.”2 Kendi kurduğu hayatı, sistemi tüm insanlığa dayatan sistemin ilk önce katlettiği, yok ettiği düş gücüdür. Egemenliğini insanın varlık alanını ilgilendiren her alanda ortaya koymaya çalışırken; insanlığın zihnini felçleştiriyor. “Tarihin Sonu” olduğunu iddia ederek insanları kayıtsız şartsız teslimiyete çağırıyor. “Başka sistem, başka dünya yok” diyerek kendi sistem ve tasavvuru dışında bir anlayışı ortadan kaldırıyor. Felçleşen akıl, körelen kalp hangi tasavvuru geliştirebilir?
Tasavvur için bir tepkiye ve geleceği kuracak hafızaya ihtiyaç vardır. Yaşananlara, zulümlere, bozgunculuklara, katliamlara, zihinsel ve ruhsal travmalara, acılara tepki… Tepki bir etkinin neticesidir. Tepki var olduğunun ifadesidir. “Tıkanma noktasına gelmiş bir dünyanın mahkûm olduğu tepkisizlik adlı yazgı.”3 Dünya tepkisizliğe mahkûm edilmiş, insan tepki gösterecek, buna karşı etki edecek ve alternatif olarak sunacağı geleceği ortaya koyacak bir iradeden yoksundur. Öyle bir döngü kurulmuş ki çoğu kez muhalefeti bile kendi sisteminin devamlılığını sağlayacak unsur olarak kullanabilmektedir.
Tasavvuru güçlü kılan diğer unsur hafızadır. Hafıza unutmadığının, hala düş kurabildiğinin, rüya görebildiğinin ve hayal kurabildiğinin ifadesidir. Hafıza; insanın Adem olmasıyla beraber yaşanmış bütün birikimleri tanıyan- anlayan- yorumlayan ve bunları gelecek tasavvurunda kurmak istediği aile- ülke- toplum- medeniyet için birer temele dönüştürebilendir. Oysa “Dün”ü yaşanmamış kabul edip, bugünü kurmaya çalışıyoruz. Düşünce kodları dumura uğratılmış bu ülkenin hafızasıyla hangi gelecek inşa edilebilir, hangi tasavvur geliştirilebilir. “Bir katliamı unutmak da katliam türünden bir şeydir. Çünkü katliamı unutmak insanın bir belleği olduğunu, bir tarihle bir toplumun varlığını, vb. unutmak demektir. Bu unutma olayı en az katliam olayın kendisi kadar önemlidir, ancak bu arada, bizim bu katliam olayı ve hakikatine tanık olabilme şansımız sıfırdır.”4 Unutulan katliamlar, provokasyonlar, oyunlar, maceralar, komplolar, kaoslar… unutulan hatıralar, ilimler, fikirler, teoriler, projeler… Unutulan o kadar çok şey var ki hatırladıklarımızla önümüzü görecek bir ışığa sahip olamamaktayız. Sadece son yüz elli yılda bu ülkede neler yaşandığını bilen kaç kafaya sahip olduğumuz gerçeği bizim ne durumda olduğumuzu ifade etmeye yeterdir. Her on yılda bir yenidünya kurma peşinde, vardığını zannettiği anda ise yaşananların koca bir yalan olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktayız. Her olayın değil her an’ın resmedildiği, belgelendirildiği çağda gerçeğin bu kadar karmaşa içine girdiği başka bir zaman yoktur.
İnternet, televizyon, gazete, dergi, telefon, kitap ile bilgi akışı yaşanırken, zihinlerde bilgi ışıması yaşanmamaktadır. Yeni bir hayat, medeniyet, dünya tasavvuruna götürecek bir süreçten yoksun bulunulmaktadır. İnsan her an kendini, tarihi, nesneleri, imgeleri tanımlama- anlamlandırma çabasında iken diğer taraftan bu üretilen anlama yönelik bir istek- talep bulunmamaktadır. “Bugün artık her şey değişmiştir. Bundan böyle anlam bunalımı yoktur. Çünkü her yerde giderek daha çok anlam üretilmektedir- yetersiz kalan artık taleptir. Sistemin asıl sorunu da bu anlam üretimi talebidir. Talep, anlam arzusu ve anlama minimal düzeyde katılma olmazsa iktidar boş bir hayal ya da anlamsız bir perspektif olmaktan öteye gidemeyecektir. Mal ve hizmet talebi her zaman için yapay bir şekilde üretilebilir. Biraz pahalı olmakla birlikte herkesin satın alabileceği bir fiyata satılması da mümkündür. Oysa anlam ve gerçekliğin yokluğu doldurulamaz. Anlam yokluğuysa kesin bir yıpranmışlıktan başka bir şekilde yorumlanamaz.”5 Yaşananlara anlam verme yerine alışkanlıklarla, ödünç kelimelerle, ezberlenmiş sloganlarla arayışlar şekillendirilmiştir. Anlam ve anlama talebi yoktur. İdeolojilerin etkinliklerini yitirmesi ile kitlelere kısmen verilen anlam çabasının yerini dolduracak bir alternatif ortaya çıkamamaktadır. “Tarih”siz ve “Tarif”siz bir şekilde yol alınmaya çalışılmaktadır.
Türkiye’de son yüzyılda büyük umutlarla ortaya konulan, büyük iddialarla savunulan, uğrunda canların ve malların feda edildiği nice tasavvurlar geliştirildi. “Muasır Medeniyet”, “Türk Birliği”, “İslam Birliği”, “Avrupa Birliği”, “Devlet- Ebed Müddet”, “Büyük Doğu”, “Avrasya Birliği”, “Asım’ın Nesli”, “Emekçi yanlısı devlet”, “Şeriat Devleti”, “Laik Devlet”, “Osmanlı Birliği”, “Tek Yol Devrim”… Bu tasavvurlardan geriye zihinsel- bedensel enkazlar kalmıştır. Zihnin tasavvurumuz ölü haldedir. Kardeş kavgalarında yitirilen umutlar diriltilmeye, tarihe nostaljik yaklaşıp geçilmektedir. Ya geçmiş olgularda yaşamakta, hayatını bu algılayışa göre düzenlemektedir. Yaşadığı zamanı kuşanamayan, tasavvurunda yer veremeyen, buna ait bir dünya kuramayan bir zihnin medeniyete kurucu irade olarak yer edinebilmesi mümkün değildir. Felçleşmiş zihinler bir tasavvur kurmaktan korkar hale gelmişlerdir. “İnsan tarih içinde bir varlık değil, tarihin kendisidir.”6 Tarihsel akışla ruhen ve cismen bütünleşebilenler geleceğin kurucu iradesi olabilir. Tarih olmak, Tarihi kurmak tasavvuru olabilenlerin hakkıdır.
Kaynaklar:
1- Büyük Türkçe Sözlük - Mehmet Doğan
2- Simulakrlar ve Simülasyon- Jean Baudrillard
3- A.g.e
4- A.g.e
5- Sessiz Yığınların Gölgesinde- Jean Baudrillard
6- Yalnızlık Dolambacı - Octavio Paz