TIS KANBER’İN HALPUZ'A UZANAN DOSTLUĞU

                                                                              “Üç derdim var birbirinden seçilmez
                                                                                Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”


"Halpuz 'un altında harman yeri var
Kemere sıktırmış ince beli var
Ben o yâri nerde olsa tanırım
Şekerden gaymaktan datlı dili var"



 
Kanber’e, Ganber derler bizim elde… Ali Efendinin marabası Ganber, güzel sesi ve düğünlerde halay başında bol bol, ''Tıs, Tıs!'' diye haykırdığı için adı “Tıs Ganber” olmuştu. Ali Efendinin Palaklı tepesinde şehre bakan yanında uzun tarlayı sürerken hep eli kulağa atar, yanık yanık türkü söylerdi. İlle de, “Erzurum dağları gar ile boran/Aldı yüreğimi derd ile veram”' sözbaşlı uzun havayı söylediği zaman kurtlar kuşlar ve köy de yayık yayan kadınlar sus pus dinlerlerdi...

Evi tarlanın alt başında olan Sirli’nin gözleri yaşarırdı. Sirli’nin bir emmisi Göğ Hiseyn’in babası seferberlik zamanı Erzurum’da kaybolmuş, neden sonra haberi alınmış. Taa aklı oralara gider, yufka yüreği burulur, sigarasını sarıp sarı tespihini koluna takar, bu türküyü yüz sefer dinlese bıkmazdı…

Tıs Gamber, “babam” dediği Arap kırması aygırını satıp, bir kısrak almayı hep hayal ediyordu. Çok sevdiği atı kendi eliyle yetiştirip çifte çubuğa koşmak da onun en büyük hayali idi. Tayları çok sever, onlara “oğlum, yavrum” derdi. Bir başka at sevgisi vardı, bunu tüm köylüler onun atlara seslenişinden anlarlardı.

Bir gün atına sabah seher vakti atlayıp, “Himmet et Seğlü” * dedikten sonra ver elini Deregezen Pazarı… Orada panayır açılır, herkes malını davarını ve atlarını getirip alır satarlardı. Tıs Gamber ikindi vakti vardı panayıra, çok yorgundu ve at da çok terlermiş, bitkindi. Hemen heybesindeki bol arpalı saman dolu olan torbayı çıkarıp atın boynuna taktı. At ikide bir torbayı dudakları ile boynunun hareketleri ile karıştırarak ha bire arpa yemek istiyordu. Kendisi de Selvi Halanın hazırladığı azık çıkınından yağlı şıllıkları yemeye başladı. Çok geçmeden uzun yıllardır görmediği Çemişgezekli Rıza Çavuşu tesadüfen gördü. Görür göremez, “İrizaaa!” diye seslendi. Rıza biraz durakladı, Tıs Gamber’in yüzüne baktı baktı, yanaklarının kırmızılığı ve gülüşünden tanıdı. “Gamber!” diye sarıldı ve hasret giderdiler. Siverek’te ikisi de süvari birliğinde askerdi. Kürt isyanı günleriydi, ikisi de kaç kez ölümden dönmüş, kaç pusuyu atlatmışlardı. Hatta Rıza’nın sağ döşünde mermi izi vardı.

Rıza getirdiği sarı öküzü zor bela satmıştı. Ganber’in atı ise ertesi gün çok ucuza bir kısrak ile trampa edildi, iki teneke de yarma buğday verildi. Kanber, “Kısrak zayıf emme ben onu arpalar, yayar güzel güzel taylarını alırım” diye gülümsedi.

Rıza, Tıs Gamber’e derdini anlattı. Arpaderen köyünde çok fakirlerdi, üç öğün savar yerlerdi. Babası ve anası Ermeni idi. Köyde hemen nerdeyse yirmi kapıya yakın Ermeni vardı ve korkularından kendilerini gizliyorlardı. Van’dan gelmişlerdi, babasının adı Amon, anasının adı ise Arpenik’ti. Babası kendisi küçükken ölmüş, anaları Arpenik Rıza’yı yetiştirmişti. İki kardeşlerdi, ablası Melanya Erivan’da bir akrabası ile evlenmişti, başını alıp gitmiş hiç haber alamamışlardı. Rıza’nın çocukluk adı Vigen idi ama nüfusa kayıt etmemişlerdi, orda hemen Rıza adını koymuşlardı. Nüfus adı artık Rıza idi, ama hep İriza diye çağırırlardı. Çarşıda pazarda adı buydu artık…
 
Beni hasret ettin dosta kardaşa
Bir ayrılık bir yoksulluk biri de ölüm
Aman aman aman aman oy

 
Tıs Gamber, asker arkadaşı Rıza’nın anlattıklarına çok şaşmadı. Üç öğün bulgur pilavına “sawar” derlerdi, onu yediklerine çok şaşırdı ve gözleri doldu. “Biz de zar zor garnımızı doyuruyuk, sıçan dikenleri arasında elimizle topladığımız buğda ve arpalarla. Ama bizim Tahirköy, Halpuz köyünde bir tanıdığım var oraya yerleşirseniz çok rahat edersiniz. O köy köyler içinde en şanslı köy, insanları güler yüzlü, bereketli toprahları, bağları bahçaları var” deyince Rıza hiç tereddüt etmedi, “Bıktım bu köyden ve yoksulluktan” deyip oğlu köse Haydar ve gelini Aslı ile birlikte Halpuz köyüne geldi.
Kolay olmadı köylülerin kendilerini kabul etmesi. Yüzlerine karşı, “Siz zır delisiğiz” deyip hakaret etmelerini sinelerine çektiler. Kısa sürede iki inek bir eşek bir at edindiler ve otuza yakın tavukları vardı. Karınları zor bela doyuyordu…

Haydar koluna sepeti takıp yumurta doldurup satardı. Arguvan’da memurlar Haydar’ın yumurtalarına bayılırdı. Çoğu çift sarılı çıkardı, herkes onun yolunu beklerdi. Memurlar aldıkları yumurtaların parasını her ayın birinde maaşlarını aldıklarında verirdi.

İlçede gariban olarak bilinen uzun boylu, gemrik omuzları düşmüş olan Haydar’ın Bekçibaşı Nuri ile arası hiç iyi değildi. Nuri’nin kadrosu belediyeden alınıp kaymakamlığa bağlanmıştı. Nuri’nin; Kaymakam Fahir’in hanımına sattığı yumurtaları kontrol eden Nuri, yumurtaların üçünün cılk çıkmasına hayıflanmış. Gırpığın dükkânın yan tarafında Haydarla tartışmış, Haydarın uzun kolları Nuri’nin şapkasını düşürmüş BB (Bekcibaşı) yazılı koketi yere düşünce ve bir düğmesi kopunca gürültüye Gırpık Satoğ koşmuş, zor bela ayırtmış, “Ula ayıptır! Haydar, Nuri davacı olursa anan ağlar hapislerde çürürsün” diye bağırmıştı.

İlçenin en merhametli esnaflarından zücaciyeci Kamil’e derdini yanan Haydar, Nuri’nin kendisine her zaman hor davranmasını anlattığında Kamil Çakır şaşmış, “Nuri beni çok sever, ben onunla konuşurum, eyle şey mi olur yav!” diye teselli etmişti Haydar’ı. Kamil’in bu babacan tavrı Haydar’ın içini ısıtmış, onu her gördüğü yerde eğilerek selamlıyordu. Kamil de Nuri’yi her gördüğünde, “Uğraşma, yazık gariban insanla” derdi.

1974 yılının Aralık ayının son haftasına girilmişti. Havada müthiş bir ayaz vardı ve yılın ilk karı ha yağdı ha yağacaktı. Haydar, adaşı Maliyeci Haydar’a sattığı culuğun ve otuz yumurtanın parasını bit tülü alamamıştı. Kamil Çakır’ın dükkânının yan tarafında Cicigillerin Ahmet Gızıl’ın et lokantasına Haydar’ın girdiğini görünce, “Helbe dışarıya çıhar” diye Cafer’in kahvesinin arkasında çukur yerde taşın üzerine oturup beklemeye başladı. Sık sık Ahmet Gızıl’ın lokantasının penceresinden yayılan lüks ışığının, zifiri karanlıkta hoş görünümünü seyredip vakit geçirirken, ayaklarının uyuştuğunu fark etti. Ayağa kalkmak istedi beceremedi, uzun bacaklarında uyuşma midesine doğru ilerlerken yüzü felç gibi olmuştu. Sabah kahveyi açmaya erkenden gelen Cafer, çukur yerdeki taşın üstünden omzunun üstüne düşmüş kas katı donmuş şekilde buldu Haydar’ı. Şaştı kaldı, “Haydar, Haydar!” dedi, kolunu tutup salladı, sonra gözlerine bakınca ölmüş olduğunu anladı.
 
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin

 
Jandarma Başçavuşu Bekir, Haydar’ı uzatmalarını söyledi. Üzerine kahvehanenin örtülerinden örtüp ilçenin tek doktoru Nizamettin’in cipiyle çarşıdan hızla geçip Cafer’in kahvesinin önünde durmuştu. Talebeler, jandarmalar, esnaf Haydar’a çok acıdı. Karısı Aslı’yı alıp getirdiler başucuna. Haydar kaskatı olmuş, donarak ölmüştü. Culuk ve yumurtaların parasına kavuşmak için…

Üstündeki eşyalar tutanağı yazılmaya başlandı. Cebinden 15 kuruş, bir tespih, ayağında harikler, yün çorap, başka bir şey yoktu. Karısı Aslı’nın getirdiği sayfaları darmadağın olmuş cüzdanda, Rıza oğlu 1339 Doğumlu Ali Haydar Pekşen olarak kayırlara geçti. Arguvan’ın tek caddeli çarşısında, ilk defa bir gariban donarak ölmüş ve kayıtlara geçiyordu. O gece görülmemiş ayazdı bol yıldızlı, hilalli, luvar ve terazi yıldızı, Büyük ve Küçük Fincan yıldızları bu olayın şahidiydi…

Bekci Başı Nuri ile danesi gün davaları vardı, Belediyenin üstündeki Adalet dairesinde. “Sanık Ali Haydar Pekşen!” diyen Mübaşir Velinin sesi ta sokakta yankılanıyordu. Bekcibaşı Nuri ise şapkasını sol döşüne koymuş duruşma salonuna girdi. Hâkim Süleyman Efe, “Sanık öldüğünden davanın düşmesine” diyordu. Kâtibin iki parmağı daktiloya dokundukca Nuri’nin, “Keşke hatırını kırıp mahkemelik olmasaydık” diye yüreği parçalanıyordu...

O gün sabah çarşıda müthiş bir sessizlik vardı, Sadece deli Feride’nin cırtlak sesi arada bir çarşıda yankılanır, “Halpızlı gariban Haydar’ın başını kim yedi?” diye haykırıp suçluyu arıyordu.

Deli Feride her zaman Haydara takılır, “Yumurtalarığın parasını kim vermezse bana söğle hakkından gelem” derdi. İlk defa Haydar için ağlamıştı, belli ki çok seviyordu. Duyan işiten çok üzülmüştü ama Feride kadar hiç kimse üzülmemişti…


 

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

YORUMLAR
Ali
Ali - 7 yıl Önce

Tıs Gamber, asker arkadaşı Rıza’nın anlattıklarına çok şaşmadı. Üç öğün bulgur pilavına “sawar” derlerdi, onu yediklerine çok şaşırdı ve gözleri doldu. “Biz de zar zor garnımızı doyuruyuk, sıçan dikenleri arasında elimizle topladığımız buğda ve arpalarla. Ama bizim Tahirköy, Halpuz köyünde bir tanıdığım var oraya yerleşirseniz çok rahat edersiniz. O köy köyler içinde en şanslı köy, insanları güler yüzlü, bereketli toprahları, bağları bahçaları var” deyince Rıza hiç tereddüt etmedi, “Bıktım bu köyden ve yoksulluktan” deyip oğlu köse Haydar ve gelini Aslı ile birlikte Halpuz köyüne geldi.

banner40

banner45

banner57

banner39

banner44

banner56