Neden böyle düşündüğümü anlatmaya gayret edeceğim ama hemen söylemeliyim ki, her Muharrem orucunda ortaya çıkarak, AKP önderliğini iftara davet eden Adnan Polat, Zeynel Abidin Erdem gibi sermayesini AKP’nin şerrinden sakınmak, hiç olmazsa muhafaza etmek isteyen aktörleri ve kimi inanç simsarlarını kullanan AKP Hükümeti, hem devletin hem de toplumun geleceğini tehdit eden yeni ve tehlikeli bir oyuna yöneldi.
ALEVİLERİ BÖLECEKLER!
Türkiye’ye hükmedenler, statükonun devamı için toplumsal çelişkileri derileştirerek, birbirine karşı kışkırtarak, bölerek ayakta kalan berbat bir siyasi geleneğe sahip. İçinde debelendiğimiz sorunlar ve AKP, bu geleneğin doğurduğu çocuklardan birkaçı… Misyonunun ve varlığının bilincinde olan AKP’nin niyeti de, sistemi demokratikleştirmek değil, (ki, AKP zihniyetinin demokrasiden nefret ettiği artık deşifre oldu) sorunları demokrasi nutuklarıyla ambalajlayarak, sistemin özüne-kodlarına dokunmadan, örterek, inkar ederek, “paket-maket” diyerek, kendi meşrebini inşa edip dayatmak biçiminde tezahür ediyor.
Sisteme yedeklenenler ve sisteme muhalif olanlar biçiminde kategorize olan ve bölünen Kürtler, “Alevi sorununa” dair içerden vereceğimiz en yakın örnek durumundadır. Her ne kadar Alevilerin tek derdi eşitlik ve demokrasi olsa da, dikkat edelim, heriki sorununun inşa süreci de birebir benzerlik taşır.
Anımsayalım: yönetenler, daha işin başında Kürtlerin varlığını kabul ederek, hukuklarını iade edecekleri yerde, inkar ettiler. İnkar karşısında; sol, aydın ve farkındalık içinde olan Kürtler sistemle mücadeleye yönelince, feodal ağalar ve bağımlı marabalar sistemin yanına sığındılar, yedeklendiler, sisteme yaslandılar ve palazlandılar... Büyük paralara, makamlara ve şöhrete ulaştılar...
Aslında Kürt sorunundan iki post (!) çıkarmak isteyen ABD, Türkiye’yi yöneten çocuklarına; “Kürt yoktur; kart-kurt vardır” denilmesini önermiş, şiddete giden süreç böyle start almıştı… Bir yanda özgürlükçü Kürtler, diğer yanda statükoya bağımlı feodal ağalar ve sisteme kan taşırken kanı emilen Kürtler… Vee bölünmüşlükten yararlanan, bölgeyi muhafazakarlaştıran, Kürt coğrafyasındaki oy oranını %60’larda tutan bir AKP...
KÜRT MESELESİ ÇÖZÜLÜYOR MU?
Bütün içtenliğimle temenni ederim ki, Kürt meselesinin çözümünde, sondan bir önceki durakta olalım... Ancak ben, demokrasi ve laiklikten nefret eden, dünyanın en tehlikeli İslami örgütleriyle içiçe geçen, bu örgütlere her türlü lojistik destek sağlayan, yasa, kural, etik tanımayan bu hükümetin Kürt, Alevi ve diğer demokratik beklentileri asla karşılamayacağını ötedenberi söyleyip-yazan biri olarak, hiçbir demokratik sorunumuzu çözmeyeceğini kesin olarak söylemek isterim.
Peki, Kürt meselesi dün bulunduğu nokta da mı; hayır ama Kürtlere henüz kimse bişey vermedi; Kürtler, haklarını kendileri aldı. Sistem, Kürtlerin bilincinden-direncinden ve bunca mücadesinden sonra var olduklarını keşfetmek zorunda kaldı... Evet zorunda kaldı. Onbinlerce ölüm, zulüm, yıkım, insanlık trajedisinden sonra keşfettiği Kürt’e baktı ve gördü ki; dili de var, türküsü, ağıdı, halayı da… Şimdi AKP, bu defakto duruma formül arıyor.
EEE, O HALDE BUNCA İNSAN NEDEN ÖLDÜ?
Teşbihde hata olmaz, bildik bir hikâyedir ama denk düştüğü için bunu bölüşmek isterim:
Köyün ağası yanına marabasını alıp traktörüyle kasabaya gidiyormuş. Yolda ağanın canı eğlenmek istemiş. Yolun kıyısındaki tezeğin yanında traktörü durdurmuş; “bana bak maraba” demiş, “şu tezeği görüyor musun?” “Görüyorum ağam” demiş maraba. “Bunu yersen traktörü sana veririm.” Maraba şaşırmış. Ağa; “gerçekten” demiş, “ye tezeği, al traktörü.” Maraba, tezeği yemiş, traktörün anahtarlarını almış, geçmiş direksiyona... Ağanın canı fena halde sıkkın, surat asık... Tek kelime etmemiş kasabaya kadar.
Akşam dönüş yolunda, maraba bakmış ağanın kafasında şimşekler çakıyor, gözler kan çanağı. Korkmuş! “Ağa traktörü bana yar etmez” demiş aklından. Düşünüp dururken yol kenarında gördüğü tezeğin yanında durmuş. “Ağam” demiş, “senin canın sıkkın, benim de içime sinmedi, şu tezeği ye, traktörü geri al.”
Ağanın suratı buruşmuş ama içine düştüğü durum da fevkalade kötü… İstemeyerek aşağı inmiş, tezeği yemiş. Yeniden traktörün direksiyonuna geçmiş ama ağa yine düşünceli. Tam köye yaklaşırken marabaya dönmüş:
- Ulan demiş, biz köyden çıkarken bu traktör kimindi; senindi ağam,
- Direksiyonda kim vardı; tabii ki sen ağam.
- Peki, şimdi bu traktör kimin; elbette senin ağam.
Kasketini çıkartıp mendiliyle kafasındaki teri silmiş ve marabaya dönmüş: “öyleyse biz bu boku neden yedik?” Evet, biz de soralım; bu boku neden yediniz?
ÖNCE BÖLECEKLER...
Aleviler de Kürtler gibi; 1- AKP’ye-sisteme yedeklenen, yemlenen Aleviler, 2- Sisteme, gericiliğe, ırkçılığa karşı mücadele yürüten Aleviler biçiminde bölünecek... Kaldı ki, eğer sistem isterse bölünmemeleri eşyanın tabiatına aykırı düşer. Türkiye’nin kaderini değiştirecek denli büyük nüfus yoğunluğuna sahip bir kitlenin, bu kirli sistem tarafından rahat bırakılacağını farz etmek abesle iştigal olur. Ne yapar eder, para, ihale, makam verir, ulufe dağıtır, böler… Bu bağlamda bölenin kim olduğunun hiçbir kıymeti-harbiyesi olmaz…
ADI İZZETTİN VEYA ABUZİTTİN OLUR; HİÇ FARKETMEZ
Önemli olan şudur; bir bölen olacak, devlet bu böleni güdümleyecek ve biz bu böleni duruşundan, söylevinden, ortaklarından, ilişkilerinden teşhis edeceğiz, tanıyacağız; sonra da deşifre edeceğiz…
O halde önce sorunun adını koyalım; inanç sorunu mu, demokrasi sorunu mu? Alevi sorunu dediğiniz olgu, içinde inanç sorununu da barındırmakla birlikte esas olarak bir insan hakları sorunudur. Konuyu temel insan hakları ekseninden çıkarıp; “cemevine statü tanınsın, dedeye maaş bağlansın, cemevinin giderlerini devlet ödesin” bağlamına indirgersek, bu tür salt din-mezhep eksenli müzakereden çözüm değil, maraz çıkar. Çünkü bindörtyüz yıldan buyana henüz hiçbir İslam ülkesi “hangi İslami yorumun daha evla” olduğu tartışmasını tüketemediği gibi hergün yeni bir bataklık üretiyor ve ürettiği bataklıkta kendikendini boğuyor.
Dolaysıyla inanç ve aidiyet hissi gibi kişiye özel olan ve insan olmamızdan kaynaklı haklarımızın tartışmadan iadesini istemek yerine, teolojik tartışmaların girdabında, bahşedilmesini beklemek, yalvar-yakar olmak, gizli-kapaklı pazarlıklara girişmek aydın tavrı ve demokrasiyle bağdaşmaz.
Diyelim cemevine statü tanındı ama Zorunlu Sünni Derleri zulmü sürüyor. Veya devlet dedeyi maaşa dolaysıyla Diyanete bağladı ama dedenin nasıl dedelik yapacağı meçhul… Dede kimin dedesi olacak; Diyanetin mi; Alevilerin mi? Hangi ritüel üzerinden sohbet-muhabbet, cem yürütecek; maaş aldığı Sünni otoritenin telkinleri üzerinden mi; Alevi değerleri üzerinden mi? Bu durumda asimilasyon, kuşak çatışması, evin içindeki kavga nasıl önlenecek? Zorunlu Sünni Dersini kaldırmadığınızda, müfredatı reddeden öğrenci, üniversite sınavında din sorularını yanıtlamayıp geleceğini yaktığında bunun sorumlusu kim olacak? KPS sınavı, mülakatlar, sokak, kamu alanı, sosyal yaşamdaki zulüm nasıl bitecek?
ÇÖZÜM; DEVLETİN DİNDEN ELİNİ ÇEKMESİ; LAİKLİK
Dolaysıyla ilkesel çözüm yerine eklektik, palyatif önermeler sorunu çözmüyor. İnanmak, inanmamak, din-mezhep aidiyeti, ibadethane tayin etmek, bunlara ad vermek veya nasıl ibadet edeceğine dair karar vermek, bu kararı uygulamak veya uygulamamak veya değiştirip başka bir inanca dahil olmak hakkı, kamusal bir alan değil bireyin özel alanıdır. Bireye özel olan bu alanın dilediği gibi tasarrufu ya da tayin hakkı da siyasi otoritenin değil, nedeni milletlerin kabul ettiği, Türkiye’nin de imzalayarak taraf olduğu uluslararası-evrensel sözleşmelerin zorunlu bir gereği olarak, bireyin hakkıdır.
Anayasa 10. Madde de bunu emreder: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (...) Hiçbir kişiye, aileye, zümreye, veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine olarak hareket etmek zorundadırlar.”
Meseleye yasalar, ilkeler ve evrensel sözleşmelerin ışığında baktığımızda, siyasi otoritenin; “veririm-vermem, şu kadarını veririm, şu adla tanımlarım, Diyanet şunu der, ulema bunu der” gibi tutumunun ne denli absürd, yasa ve akıldışı olduğu, bölücülük yaptığı, tuzak kurduğu, istenmeyen mücadele biçimlerine yönlendirdiği, Sünni İslam’a imtiyaz tanıdığı ve alenen suç işlediği görülmüş olur.
ULUFE, İMTİYAZ DEĞİL HAKKIMIZI İSTİYORUZ
AKP Hükümeti, taleplerimize yasal ve temel haklar düzleminden hareketle çözüm getirmek yerine, hem alışageldiği üzere ulufe dağıtan bir pozisyon alıyor, hem de hiç haddine değilken TV. Ekranlarındaki yandaşları ve Diyanet uleması üzerinden inancımızı tartıştırıyor, tanımlıyor. Aleviliği Sünni teoloji üzerinden okumaya yelteniyor. Kucağındaki devasa sorunu “cemevine statü” boyutuna indirgemek istiyor. Onu da ibadethane tanımıyla değil, çok büyük olasılıkla binlerce Sünni orijinli tarikattan birinin zikir yaptığı “inanç merkezi” adıyla kabule zorluyor.
Oysa Alevi dünyası, inancına ve kimliğine dair tüm kısıtlamaların kaldırılmasını, demokratik değerlere aykırı olan uygulamalardan kaçınılmasını, laik-sekuler yaşamın gereklerini talep ediyor. İnanç ve kamusal alanda fırsat eşitliğine dair yasal düzenlemeler yapılmadan, eşitliği bozan idari engeller kaldırılmadan, “Alevilik, İslamın alt seviyesindeki bir tarikattır” tanımıyla yetineceğimiz bekleniyorsa, bunun tam bir ham hayal olduğunu, bizi daha büyük bir mücadele ekseninin ve sokağın beklediğini kesinlikle söyleyebilirim.
Murtaza Demir
Odatv.com