YUKARI SÜLMENLİDE ONCA ZENGİNLİĞİN YADİGÂRI; ŞERİFİN GUYUSU
- 07 Kasım 2017, 22:56
- 1.3B
''Alayın öğünde sıra sıra söğütler
Binbaşım oturmuş asker öğütler''
Yıl 1964, Yusuf çavuş mağlı odanın sekisinde üstüne şal çekmişler yatıyordu. Beyaz sakalı ta döşünde, kara iri gözlerin üzerinde bıyık gibi bükülmüş kaşları vardı. Beyaz entarisi ve anlında kalın defter yaprağı gibi derin çizgiler, kaşlarını yukarı kaldırdığında kılıç şeklini alıyordu. Yanında bakır leğen içinde kül; ikide bir derin derin öksürüp leğene tükürüyordu. Yastığın yanı başında eski bir yırtık peşkir ile ikide bir anlındaki terleri silip kısık sesle anlatıyordu.
“Ahhh, ahhh gençlik, gençlik gibi var mı?” İri kömür siyahı gözlerini bir sağa bir sola oynattıktan sonra, “Memed Ağa (Yıldırım), Bizim İsmail, Alöğ, Hüseyin Ali Ağa (Karamuğun) Tortorların Alhoğ bir araya geldiğimizde mürfezeler bile bize yaklaşamazdı, kimse bileğimizi bükemezdi. Hepsi gitti, hepisi bir Alöğ bir ben galdım yaşlandık yatağa düştük” diye içini geçirdi. Babam Patlak Aşur, ''Oğlum siz eşkıya mısınız'' derdi hep…
“Yıl 1330” dedi başladı: “Yazı yaban adam dolu, ekinler yağmur yağmış sirim gibi, Ağustos bitmiş Eylülün sonuna doğru halen sıçan dikenlerinin arasında elimiz ayağımız sır sır sızlayarak ellerimizle buğday dererken şaval tarlasında. Hatca gıyamatı gopararak ellerini bir başına bir döşüne vura vura seslendi bize ''ula elliği orağı bırahın mıhtar Memi sizi çağırıyı müfrezeler köye geldi.'' ''Seferberlik ilan edilmiş eli silah dutan bütün erkekleri istiyler, gaçanları pusu gurup vuracaklar'' deyince dizlerimizin bağı çözüldü... Garşıda hon derenler Şerif, Çemiyil, Aşur, İsmail, Memet Ağa... Ellerinde ellik olanlar çıkarıp attılar, orakları el dirseklerinde urbalarını toplayan yola düştü...
Köye vardık, Ağlayan sızlayan Tortorların Hüseyin’in oğlu Meminin gonağına goşuyu, Memi: köy medresesi hocası Abbasların Ayşeynen evli, hem Ayşe hem Memi ikisi de okuryazar konağın penceresinden görülüyü müfrezeler atları tut ağacına bağlı, Memi gelen teslim olanların adlarını yazıp parmak bastırıp listeyi mürfezelere veriyi. Müfreze kumandanı Hacı, “Allah devletimize zeval vermesin, padişahımızın fermanı, Malatya livalarına dağıtılmış olup eli silah dutan tüm erkekleri silâhaltına alınıp cephelere gönderilecektir.''
Köyün eli silah tutanları Keban’a sevk edildi, köyün en zengini Şerif en öndeydi. Şerif’in bir oğlu bir kızı vardı, oğluna Hüsöğ derdi. Gızı Altun'du, daha kundaktaydı. Hüsöğ üç yaşındaydı, babasına sarılarak çığlık attı ayrılık zor oldu, köy kafilesinden tek dönmeyen de o oldu saki içlerine doğmuştu. Avradı Leyli kırmızı yanaklarını çırmıklamış gözleri kan çanağı olmuş şekilde uğurladı.
Dağlara kar yağmış, ağaçlar sarı yapraklarını dökmüş, karayel puş gibi insanın yanaklarını yakıyordu. Keban zaptiye karakolunun önü ana baba günüydü. Yusup, Hasan, Alöğ Sarıkamış hareketine katılmak üzere Erzurum, Şerif ise onlardan ayrı olarak 5. Tümen Mutki hafif süvari birliğine verilmiş. Sarılıp ağlayarak ayrıldılar Şerif’ten.
Sarıkamış hareketine sevk edilen ve yolda yolakta yazlık elbise ile donup ölen yüzlerce askeri gören Yusup, Hasan Çavuş onbaşı Alöğ bir yolunu bulup kaçıp Erzincan üzerinden, Arapkir’e ve oradan köye kendilerini atarlar. 1330 Rumi yılının kışında Şubat ayında kendilerini köye atarlar ve Çeki dağı eteklerine Hasan Ağanın konağına sığınırlar ta ekin derme zamanı gelene kadar.
Şerif dönmedi, Leyli türküler yaktı çok sevdiği Şerif’ine. İki yetim Hüsöğ ile Altun’a hem babalık hem analık yaptı. Eli kulağa atardı, yazıda yabanda çekmeye gederken şafak vakti ince sesi yankılanırdı...
“Bitlisin dağları da gar ile boran
Aldı yüreğimi de derd ile verem
Sizde bulunmaz mı da bir gurşun galem
Yazam halımı da yâre gönderem”
Köyün en variyetli hanesi Şerif’in evi ki, kapılarında sürü ile davarlar, mallar var. Yolcu gediğinden ergi yatağa, Sıyrınçah’tan, Gabaktepeye, Gölyerleri Şatıruşağı’nın olduğu yerlerden Sarı Buruna kadar uçsuz bucaksız arazinin sahibiydi.
Leyli Keban’da Şerif’in sülüsü nereye dedi kadının kapısına dayandı. Şerif gelmedi, arkadaşları geldi, iki yetim ile ortada galdım, ya ölüsü ya dirisi dedi. Leylinin bu çıkışı sadece Keban’da değil köyde bile hayranlık yarattı her kimse hele bir kadının erkek gibi diretmesi köylülere güç veriyordu.
“5. Tümen Hafif Süvari Birliği Mutki” dediler. Mayıs ayı sonuydu, dağlarda karlar erimiş, kuytu güneye bakan yerler de çok sıcaktı. 1331 Rumi yılı Haziran ayında Nabat ovasında buldu, ölen askerleri üst üste istiflemişlerdi. Gözlerine bitler dolmuş gül benizleri sararmış Anadolu yiğitleri... Leyli bacı erinmedi teker teker bahtı. “Şerifimi bulmadan getmeyeceğim dedi.” Buldu Şerif’ini sağ yanağında şakağındaki benden ve bıyıklarından, anlından heç tereddüt etmeden tanıdı. Uzun boyluydu Şerif. Köyün en variyetlisi nerdeyse köyün hep arazileri kendisinindi. Yoktu çaresi eğer imkânı olsa sırtlayıp getirecekti. Çok seviyordu Şerifini...
Burası Bitlis yiğidim
Garşısı Nabat dağıdır
Ne hoyrat olmuş Nabat ovası
Yağız yiğitleri
Uzatmışlar üst üste yığmışlar
Gurtlar guşlar oyar gözlerini...
İçinden bunu söğledi leyli, belinde Acem işi guşag, şakağına dağılmış saçları yanaklarında sır sır sızlayan cırmak izleri, kan çanağı gözleri.
Ağlayarak ağıtlar yakarak döndü Leyli hala. Erkek gibiydi boyun eğmez namer de ama bu acı yüreğine nasıl saplanmış sancıyordu. Umudu tükenmiiş çırası sönmüştü iki yetim ile ortada galmıştı. Unutmadı heç Şerifini ağıtlar Honda, harmanda, dağlara oduna gederken ince güzel tiz sesiyle uzun havalar söğledi ağladı ağladıkca söğledi.
Tortorların deli Bekteş peşine düştü, ekinlerini derdi harmanına yardım etti. Derken evlendi Bekteş emmiyle tam sekiz yıl sonra 1339 yılında oğlu Hüsöğ 10 Yaşına gelmişti. Babası gibi boyu uzun iri kemikli, daha bıyıkları terlememişti. Sulaktan dolu at şahrasını omuzuna alıp harmanlığa getirirdi. Görenler gözlerine inanamazdı... İri parmakları iri kolları şahin gibi gözleri...''Bu çocuk yiğit derlerdi görmedik böyle iri yarı birini'' diye hayranlıklarını gizlemezlerdi.
Bir gün babalığı Deli Bekteş kızdı üzerine yürüyünce... Hüsöğ: ''Gel gel ki döğesin beni, o geçti” deyip kucaklayıp yere çaldı. “Çok ettin bana çok döğdün beni. Ahhh babam ölmeseydi gedip de gelseydi askerden” deyip öykünüp oturdu ağladı.
1346 yılında (Miladi 1931) Tifüs hastalığından hayatının baharında toprağa düştü. Baba yiğitti diye başlayıp öğmeynen bitiremedikleri gelmiş geçmiş zamanların en iri en yiğit çocuğu bir hastalığa yenik düşmüş. Bir seferberlik çocuğu olarak unutulmaz anı ve övgülerle bu dünyadan göçüp Nabat ovasında gözlerini bitler oyan babasının yanına öte dünyaya göçmüştü.
Bacısı Altun hala aynı şansızlığı anasının başına gelenlerin bir değişik şekliyle genç yaşında kocasını kalp krizinden kayıp edip, beş çocuğuna hem babalık hem analık yaparak 1990 Yıllarda göçüp gitti. Geriye köyün üst başında babalarının adıyla anılan bir kuyu kaldı; “Şerifin Guyusu” dedikleri…
Bunca maldan mülkten eser kalmazken. Kendi emeği ile eşilen bir kuyunun adı ile anılması ve adını yaşatması bu güzel insan için tanrının bir armağanı olsa gerek…
Kalemim yettiğince ayrıntıya girmeden acıların, sefaletin ve yoksulluğun baş sebebi büyük savaş dedikleri seferberliğin köyümüzden teğet geçen bir serüvenini anlatmaya çalıştım. Umarım eksikliklerimi hoş görürsünüz...
Saygılar…
Kaynak: Süleyman ÖZEROL
Binbaşım oturmuş asker öğütler''
Yıl 1964, Yusuf çavuş mağlı odanın sekisinde üstüne şal çekmişler yatıyordu. Beyaz sakalı ta döşünde, kara iri gözlerin üzerinde bıyık gibi bükülmüş kaşları vardı. Beyaz entarisi ve anlında kalın defter yaprağı gibi derin çizgiler, kaşlarını yukarı kaldırdığında kılıç şeklini alıyordu. Yanında bakır leğen içinde kül; ikide bir derin derin öksürüp leğene tükürüyordu. Yastığın yanı başında eski bir yırtık peşkir ile ikide bir anlındaki terleri silip kısık sesle anlatıyordu.
“Ahhh, ahhh gençlik, gençlik gibi var mı?” İri kömür siyahı gözlerini bir sağa bir sola oynattıktan sonra, “Memed Ağa (Yıldırım), Bizim İsmail, Alöğ, Hüseyin Ali Ağa (Karamuğun) Tortorların Alhoğ bir araya geldiğimizde mürfezeler bile bize yaklaşamazdı, kimse bileğimizi bükemezdi. Hepsi gitti, hepisi bir Alöğ bir ben galdım yaşlandık yatağa düştük” diye içini geçirdi. Babam Patlak Aşur, ''Oğlum siz eşkıya mısınız'' derdi hep…
“Yıl 1330” dedi başladı: “Yazı yaban adam dolu, ekinler yağmur yağmış sirim gibi, Ağustos bitmiş Eylülün sonuna doğru halen sıçan dikenlerinin arasında elimiz ayağımız sır sır sızlayarak ellerimizle buğday dererken şaval tarlasında. Hatca gıyamatı gopararak ellerini bir başına bir döşüne vura vura seslendi bize ''ula elliği orağı bırahın mıhtar Memi sizi çağırıyı müfrezeler köye geldi.'' ''Seferberlik ilan edilmiş eli silah dutan bütün erkekleri istiyler, gaçanları pusu gurup vuracaklar'' deyince dizlerimizin bağı çözüldü... Garşıda hon derenler Şerif, Çemiyil, Aşur, İsmail, Memet Ağa... Ellerinde ellik olanlar çıkarıp attılar, orakları el dirseklerinde urbalarını toplayan yola düştü...
Köye vardık, Ağlayan sızlayan Tortorların Hüseyin’in oğlu Meminin gonağına goşuyu, Memi: köy medresesi hocası Abbasların Ayşeynen evli, hem Ayşe hem Memi ikisi de okuryazar konağın penceresinden görülüyü müfrezeler atları tut ağacına bağlı, Memi gelen teslim olanların adlarını yazıp parmak bastırıp listeyi mürfezelere veriyi. Müfreze kumandanı Hacı, “Allah devletimize zeval vermesin, padişahımızın fermanı, Malatya livalarına dağıtılmış olup eli silah dutan tüm erkekleri silâhaltına alınıp cephelere gönderilecektir.''
Köyün eli silah tutanları Keban’a sevk edildi, köyün en zengini Şerif en öndeydi. Şerif’in bir oğlu bir kızı vardı, oğluna Hüsöğ derdi. Gızı Altun'du, daha kundaktaydı. Hüsöğ üç yaşındaydı, babasına sarılarak çığlık attı ayrılık zor oldu, köy kafilesinden tek dönmeyen de o oldu saki içlerine doğmuştu. Avradı Leyli kırmızı yanaklarını çırmıklamış gözleri kan çanağı olmuş şekilde uğurladı.
Dağlara kar yağmış, ağaçlar sarı yapraklarını dökmüş, karayel puş gibi insanın yanaklarını yakıyordu. Keban zaptiye karakolunun önü ana baba günüydü. Yusup, Hasan, Alöğ Sarıkamış hareketine katılmak üzere Erzurum, Şerif ise onlardan ayrı olarak 5. Tümen Mutki hafif süvari birliğine verilmiş. Sarılıp ağlayarak ayrıldılar Şerif’ten.
Sarıkamış hareketine sevk edilen ve yolda yolakta yazlık elbise ile donup ölen yüzlerce askeri gören Yusup, Hasan Çavuş onbaşı Alöğ bir yolunu bulup kaçıp Erzincan üzerinden, Arapkir’e ve oradan köye kendilerini atarlar. 1330 Rumi yılının kışında Şubat ayında kendilerini köye atarlar ve Çeki dağı eteklerine Hasan Ağanın konağına sığınırlar ta ekin derme zamanı gelene kadar.
Şerif dönmedi, Leyli türküler yaktı çok sevdiği Şerif’ine. İki yetim Hüsöğ ile Altun’a hem babalık hem analık yaptı. Eli kulağa atardı, yazıda yabanda çekmeye gederken şafak vakti ince sesi yankılanırdı...
“Bitlisin dağları da gar ile boran
Aldı yüreğimi de derd ile verem
Sizde bulunmaz mı da bir gurşun galem
Yazam halımı da yâre gönderem”
Köyün en variyetli hanesi Şerif’in evi ki, kapılarında sürü ile davarlar, mallar var. Yolcu gediğinden ergi yatağa, Sıyrınçah’tan, Gabaktepeye, Gölyerleri Şatıruşağı’nın olduğu yerlerden Sarı Buruna kadar uçsuz bucaksız arazinin sahibiydi.
Leyli Keban’da Şerif’in sülüsü nereye dedi kadının kapısına dayandı. Şerif gelmedi, arkadaşları geldi, iki yetim ile ortada galdım, ya ölüsü ya dirisi dedi. Leylinin bu çıkışı sadece Keban’da değil köyde bile hayranlık yarattı her kimse hele bir kadının erkek gibi diretmesi köylülere güç veriyordu.
“5. Tümen Hafif Süvari Birliği Mutki” dediler. Mayıs ayı sonuydu, dağlarda karlar erimiş, kuytu güneye bakan yerler de çok sıcaktı. 1331 Rumi yılı Haziran ayında Nabat ovasında buldu, ölen askerleri üst üste istiflemişlerdi. Gözlerine bitler dolmuş gül benizleri sararmış Anadolu yiğitleri... Leyli bacı erinmedi teker teker bahtı. “Şerifimi bulmadan getmeyeceğim dedi.” Buldu Şerif’ini sağ yanağında şakağındaki benden ve bıyıklarından, anlından heç tereddüt etmeden tanıdı. Uzun boyluydu Şerif. Köyün en variyetlisi nerdeyse köyün hep arazileri kendisinindi. Yoktu çaresi eğer imkânı olsa sırtlayıp getirecekti. Çok seviyordu Şerifini...
Burası Bitlis yiğidim
Garşısı Nabat dağıdır
Ne hoyrat olmuş Nabat ovası
Yağız yiğitleri
Uzatmışlar üst üste yığmışlar
Gurtlar guşlar oyar gözlerini...
İçinden bunu söğledi leyli, belinde Acem işi guşag, şakağına dağılmış saçları yanaklarında sır sır sızlayan cırmak izleri, kan çanağı gözleri.
Ağlayarak ağıtlar yakarak döndü Leyli hala. Erkek gibiydi boyun eğmez namer de ama bu acı yüreğine nasıl saplanmış sancıyordu. Umudu tükenmiiş çırası sönmüştü iki yetim ile ortada galmıştı. Unutmadı heç Şerifini ağıtlar Honda, harmanda, dağlara oduna gederken ince güzel tiz sesiyle uzun havalar söğledi ağladı ağladıkca söğledi.
Tortorların deli Bekteş peşine düştü, ekinlerini derdi harmanına yardım etti. Derken evlendi Bekteş emmiyle tam sekiz yıl sonra 1339 yılında oğlu Hüsöğ 10 Yaşına gelmişti. Babası gibi boyu uzun iri kemikli, daha bıyıkları terlememişti. Sulaktan dolu at şahrasını omuzuna alıp harmanlığa getirirdi. Görenler gözlerine inanamazdı... İri parmakları iri kolları şahin gibi gözleri...''Bu çocuk yiğit derlerdi görmedik böyle iri yarı birini'' diye hayranlıklarını gizlemezlerdi.
Bir gün babalığı Deli Bekteş kızdı üzerine yürüyünce... Hüsöğ: ''Gel gel ki döğesin beni, o geçti” deyip kucaklayıp yere çaldı. “Çok ettin bana çok döğdün beni. Ahhh babam ölmeseydi gedip de gelseydi askerden” deyip öykünüp oturdu ağladı.
1346 yılında (Miladi 1931) Tifüs hastalığından hayatının baharında toprağa düştü. Baba yiğitti diye başlayıp öğmeynen bitiremedikleri gelmiş geçmiş zamanların en iri en yiğit çocuğu bir hastalığa yenik düşmüş. Bir seferberlik çocuğu olarak unutulmaz anı ve övgülerle bu dünyadan göçüp Nabat ovasında gözlerini bitler oyan babasının yanına öte dünyaya göçmüştü.
Bacısı Altun hala aynı şansızlığı anasının başına gelenlerin bir değişik şekliyle genç yaşında kocasını kalp krizinden kayıp edip, beş çocuğuna hem babalık hem analık yaparak 1990 Yıllarda göçüp gitti. Geriye köyün üst başında babalarının adıyla anılan bir kuyu kaldı; “Şerifin Guyusu” dedikleri…
Bunca maldan mülkten eser kalmazken. Kendi emeği ile eşilen bir kuyunun adı ile anılması ve adını yaşatması bu güzel insan için tanrının bir armağanı olsa gerek…
Kalemim yettiğince ayrıntıya girmeden acıların, sefaletin ve yoksulluğun baş sebebi büyük savaş dedikleri seferberliğin köyümüzden teğet geçen bir serüvenini anlatmaya çalıştım. Umarım eksikliklerimi hoş görürsünüz...
Saygılar…
Kaynak: Süleyman ÖZEROL
Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.
Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.
YORUMLAR
Hüseyin Yıldırım - 7 yıl Önce
ne güzel anlatım sanki fakir baykurtun romanını okudum .bu da bizim toprakların romanı .acılar,yoksulluklar savaşlar kıtlıklar asırlar önce değil daha bir insanın yaşamı derinliğinde.teşekkürler ali adıgüzel kardeşim yazmaya devam inşAllah toplu şekilde kitaplaşır da doya doya döne döne okuruz.saygılar
Muharrem yılmaz - 7 yıl Önce
duygu yüklü o günün yaşam zorluklarını usta bir şekilde renklendirilerk yazılmış çok güzel bir öykü..kalemine yüreğine sağlık yazarım .bir solukta okudum
feyzi ateş - 7 yıl Önce
yalan yanlış hikaye uydurma hikayeleri yazıyorsun
Ali @feyzi ateş
- 7 yıl Önce
bunlar anı veya günlük değildir...durum öyküsüdür ...hoşuna gitmiyorsa okumazsın o kadar....bir tek kelime gösterirmisin yalan veya yanlış...
gör ne böyle isimsiz kahramanlar var,ellerine yüreğine sağlık kalemin daim güçlü olsun sen yaz biz okuyalım saygılar