Yayınlandığı günden beri her hafta başında mutlaka okuyorum Mehmet Ali ÖZÇAMUR öğretmenimizin yazısını, bazen tümünü bazen de belli yerlerini.
İlk okuduğumda, uzun süredir düşündüğüm bir konuyu o yazının yol göstericiliğiyle sizlerle paylaşmayı düşündüm ancak zamanlama uygun düşmedi.
…………
Hiciv tanımlanırken; bireysel ve toplumsal eleştiri niteliği taşıyan, bazen iğneleyen, bazen güldüren – güldürürken düşündüren, eğitici, öğretici niteliğine vurgu yapılmış.
Yazıyı okurken, orada anlatılan eleştiri ile bizim bildiğimiz, hemen her gün bir şekliyle yaşamımızın içinde yer alan eleştiri anlayışını karşılaştırıyordum, aradaki zarafet farkını da görmeye çalışarak.
Hiciv - taşlama ustalarının toplumları, bireyleri, nesneleri eleştirirken, sanatlarını, birikimlerini yeri geldiğinde kendilerini yerecek, dalga geçebilecek kadar hoşgörülüyle kullanabilmelerini, bu edebiyatın en eğitici- öğretici yanı olarak algılarım.
Başlangıçta da belirttiğim gibi; M.Ali ÖZÇAMUR öğretmenimizin yazısı benim bakış açımı genişletti, kavrama düzeyime derinlik kazandırdı. Bu nedenle yazının yol göstericiliğinden yararlanarak bir zarafet sanatı olan Hiciv (taşlama) edebiyatının ışığında (ona pek benzemeyen); işimize gelmediği için yakınından pek fazla geçmediğimiz; yaşamımıza uygulamakta son derece ürkek davrandığımız özeleştiri ve eleştiri anlayışımızla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
……………….
Üniversiteyi bitirdiğim yıl, içinde yer aldığım siyasi yapılanmada “önderler dağılmadan bir eleştiri –özeleştiri toplantısı yapılması” kararı alınmıştı.
Toplantının başında kişiler özeleştirilerini yapıp hatalarını açık yüreklilikle söylüyor ardından da toplantıya katılan diğer sorumlular eleştirilerini art arda sıralıyorlardı.
İkinci aşamada, yöneltilen eleştiriler ve sorulan sorulara verebileceği karşılıklar varsa, kişi bir anlamda kendini savunuyor yoksa tüm eleştirileri (bana göre ayağı yere basmayan suçlamaları) kabul etmiş oluyor ve kendini düzeltme sözü veriyordu.
“Önderler eleştirisinin” son aşamasında, masada oturan “ağır ağabeyler” söylenenlerin tamamını değerlendiren toparlama konuşmasını yapıyor, ardından bir sonraki kurban’a geçiliyordu.
(Burada aklınıza, “toplantıyı niye böyle yorumladığım” sorusu gelebilir.
Tek sözcük abartı yok. Olay aynen öyle yaşanıyordu, bu yüzden yorum yapmadan hatalı yaklaşımları resmetmeye çalışıyorum.)
Ben ilk kurban seçilmiştim.
Açık ve dürüst bir kararlılıkla (o yıllarda yalan söylemeyi aklımızdan bile geçirmezdik) “hem fiziksel hem de duygusal olarak kendimi çok yorgun ve yıpranmış hissettiğimi, o şehirde kalmamın bana da orada yürütülecek çalışmaya da katkısı olamayacağını düşündüğüm için Malatya’ya gidip bir süre dinlendikten sonra siyasi çalışma yapmak istediğimi” söyledim.
Konuşmam bitmeden ısrarla söz isteyen bir arkadaşım uzun bir siyasi tahlil ve “tutarlı önderlik” tanımının ardından “İffet arkadaşın yaptığı özeleştirinin hiçbir kıymet- i harbiyesi olmadığının altını çizerek belirtiyorum” dedi ve salondakilere dönerek;
“Arkadaşımız, son tahlilde Vietnam’dan araba tekerleklerine binerek kaçanlara benziyor” vecizesiyle konuşmasını tamamladı.
(Sözünü ettiği “kaçanlar”, Vietnam’ı işgal eden Amerikan askerleri ve onlarla işbirliği yapan karşı devrimcilerdi.)
Böyle bir eleştirinin ne kadar ağır olduğunu düşünebiliyor musunuz?
O yıllarda 22 yaşında bir çocuk – genç’im.
Çok sevdiğim arkadaşlarımdan üçü öldürülmüş.
Başımı çevirdiğim her yerde onları görüyorum.
21 günde 8 kilo kaybetmişim, zafiyet geçiriyorum vs.
İşin en acı yanı;
Tüm bunları o toplantıya katılan herkes biliyor (çünkü öldürülenler hepimizin arkadaşlarıydı) ve böylesine acımasız bir (sözüm ona) “eleştiriye” karşı seslerini çıkarmadan o şehirde bana ihtiyaç duyulduğunu, kalmam gerektiğini söyleyerek bir bakıma eleştirene destek veriyorlar, kendileri daha ağırına uğramamak için susuyorlardı.
Biliyorduk ki, eleştirenlere “yanlış yapıyorsunuz” demek “mücadeleyi kavramamak, küçük burjuva zaaflarımıza yenik düşmek, karşı devrimci anlayışlara prim vermek vs.” gibi can acıtacak cümleleri göğüslemeyi gerektiriyordu. Ayrıca, benim geçmişimde böyle bir eleştiri anlayışına karşı çıkışım nedeniyle “bir yıl önce önderlikten atılmış, daha sonra iyi halden affedilerek itibarı iade edilmiş” kaydı da vardı.
…………..
O yıllarda hepimiz, gencecik omuzlarımıza “dünyayı değiştirmek” gibi bir görevi yüklenmiş dürüst, samimi, inançlı, ideallerini gerçekleştirmek uğruna ailelerini bile karşılarına almış gözünü budaktan esirgemeyen yaşının çok ötesinde yaşayan çocuklardık.
Dünyanın neresinde olursa olsun, bağımsızlık mücadelesi veren ulusların tarihsel süreçlerini öylesine içselleştirmiştik ki Şili’de, Arjantin’de, Küba’da, Vietnam’da, Kamboçya’da Bolivya dağlarında yanan ateşin sıcaklığı bulunduğumuz yerlere kadar gelip zemheri ayazında yüreğimizi ısıtırdı.
……….
Şimdi soracaksınız;
Bunları size niye anlatıyorum?
Her şey geçmişte mi kaldı?
Yazılanlar ellili yaşların nostaljisi, ihtiyarlığın gençliğine duyduğu özlem mi?
………
Yaşlanan her yürekte olduğu gibi benim içimde de, arada sırada kendini hatırlatıp içimi sızlatan, yaşanmışlıklara duyduğum bir özlem var elbette,
Ancak; duygusallığın ötesindeki gerçek şu:
Geçmişimiz hem bu günümüzü belirledi hem de yarınlarımızı.
Hala başımız dik, omurgamız sağlamsa, o yıllarda ve o ortamlarda (arada bir sakıncalı gıdalar almış, haksızlıklara uğramış olsakda) esas olarak iyi donandığımız içindir.
Bilerek, isteyerek, planlayarak başkalarına zarar vermeyi o çocuk - genç yaşlarımızda; “etik değerler” diye bir kavramla tanışmadan red ettik,
Acının da sevincin de yaşam biçimimiz olması yaşadıklarımızla pekişti,
Paramızı, yiyeceğimizi, giysilerimizi paylaştık,
Kendi derslerimizi erteleyip arkadaşlarımızın bitirme ödevlerini hazırladık,
Uykuları açılsın diye onlara çay demledik,
Hapishanelerin yollarını öğrendik, bilmeyenlere öğrettik vs.
Yüzlerce olumluluk ve övünülecek yan sıralayabilirim. Yüzler binlerce olumluya ulaşır
Yeter ki…
Böylesine yüreği pırıl pırıl çocuk- gençler, dürüst insanlar bizim uğradığımız yok edici, yıkıcı, adına birilerinin “eleştiri” dedikleri zehirli cümlelerle karşılaşmasınlar.
Haa..
Bizim gibi düşünmeyenler yok muydu?
Vardı elbette, ama çoğumuz böyleydik, inandığımız doğruları savunduk, savunduğumuz değerlere de bağlı yaşadık.
………..
Zaman zaman kendime sordum
Bu toplantılardaki eleştiri tarzı bana ne kazandırdı?
Yıllar geçtikçe cevabım netleşti:
Yaşama bakışım, insanlara ve hatalarımıza yaklaşım biçimim değişti. (her zaman başarılı olamasam da) Araştırmadan, düşünmeden konuşmamayı öğrendim. İlişkilerimi değerlendirirken, sahiplenirken nasıl davranmam gerektiği konusunda kıstaslarım oluştu. O zaman kavramaya başladım asıl ve asil eleştirinin yapılma yöntemlerini; insanları kazanmaya değil yok etmeye, içindeki coşkuyu kırmaya yönelik söz ve davranışların mutlaka kontrol edilmesi gerektiğini.
Eleştirinin en tehlikelisinin insan kişiliğine yöneltildiğini, “Kasap sevdiği deriyi yere çalarmış” cümlesinin ne kadar tehlikeli olduğunu, lime lime olmuş derinin ne kendine ne dericiye ne de kasab’a bir faydasının olamayacağını, bazılarının kendilerini yüceltme, büyütme yöntemi olarak yine “eleştiri” adı altında” karşısındaki-ler-ini aşağılamayı yöntem olarak kullandığını da yıllar sonra kavradım, anlamakta zorlandığım nice şeylerle birlikte.
İki insanın yanında en ufak uyarıyı “hakaret olarak kabul edenlerin başkalarını ulu orta eleştirebildiklerini görüp, karşısındakini tanımak için hiç bir çaba harcamayanların, onların kişiliği, kompleksleri, yaşam biçimleri hakkında çok rahat ve sorumsuzca konuşabildiklerine tanık oldukça
Neden? diye kendi kendime sormaktan vazgeçtim; çünkü bu sorunun dürüst bir karşılığı ne yazık ki yoktu.
……………..
2000 yılında bir dergide yayınlanan yazımı okuyan otuz yıllık arkadaşım “insan evini bile yazar mı?” demişti “o senin özel yaşamındır”
Yazı her yerde dilden düşürmediğimiz “demokrasi” anlayışını, yaşamımızda- evimizde nasıl uyguladığımızı anlatan ve kendi içinde dalga geçen bir şeydi.
O zaman arkadaşıma, “kendini yazamayan, sıradan ve herkesin yaşadığı bir konuda bile “bu benim özelimdir” diyen insanların başkalarının yaşamını anlatmaya hiç hakları olmadığını; anlatırsa başka “özel yaşamlara” gölge düşürebileceğini bu yüzden de
“Kendimi anlatmayı” başkalarını anlatmaktan daha doğru bulduğumu söylemiştim.
Bazen düşünüyorum.
Farkında bile olmadan “özeleştiri mi yapıyorum?”
Sevgiyle
Saygıyla