‘Kışyarı’yı bilir misiniz? Aslında bilenler iyi biliyor ve bilmeyen de sözcüğün doğrudan anlamından öte doğal olarak pek bir şey anlamıyor olmalı. Baharın ve yazın nasıl kendine özgü kutlamaları veya hasadı varsa, mevsim olarak kışın da kendine özgü oyunları, şenlikleri bulunmaktadır. Bahar ne denli dışarı açılma, yaz ne denli güneş altında ayan-beyan olma ise, kış da o kadar içe dönük, evden eve el verilerek geçirilen bir zamandır. En azından hani sık sık “eskiden…” diye başladığımız zamanların kışları için söylenebilecek özel anlamlı şeyler vardır.
Kış demek; dışarıda yani sokakta, tarlada, dam başlarında devam eden hayatın artık soğukların etkisiyle içe doğru büzülerek duvarların arkasına çekilmesidir. Kendi içine dönen kış, sonra eteğindeki taşları birer birer dökmeye başlayacaktır. Bacalardan yine köylerimizin bitki örtüsüne göre ya meşe, ya tezek dumanları yükselir. Duman sadece bir duman da değildir. Eğer ocakta ekmek pişiyorsa ekmeğin, yoksa közlenen patatesin, kavurmalı yahninin, sulu patlıcanın ve daha bir çok yemeğin kokusunu da yayar ortaya. Evlerin dış kapısının kapalı oluşu, hayatın içeride de sakin ve dingin olduğunun işaretidir. Sobanın etrafında toplaşmayı yeğleyen ev halkı yazdan kış için hazırladığı aşlığını, kurusunu, yemişini ağız tadıyla tüketerek içerideki zamanı doldurma devrindedir. Masallar, hikayeler anlatılır, deyişler okunup söylenir. “Kışyarı” da böylesi bir atmosfere renk katar.
Biliyoruz ki bu gelenek de diğerleri gibi geride kaldı ya da hala geleceğe ait düşlerini o topraklar üzerinde sürdürenler yer yer “Kışyarı” geleneğini yer yer yaşatarak eğleniyor olabilirler de. Bizim yöremizde “Kışyarı” adıyla bilinen bu gelenek Anadolu’nun çeşitli yörelerinde de başka adla bilinmektedir. Her nerede ve nasıl olursa olsun benim “Kışyarı” olarak bildiğim kültür, halk folkloru üzerine yapılan bilimsel çalışmalarda “köy seyirlik oyunları” kategorisinde yer almaktadır.
Kışın yarısı denilince miladi takvim hesabına uygun olarak akla ocak ayının 15’i gelir. Ancak köyde yapılan birçok işte miladi takvim yerine Ay’ın hareketlerini hesaba katan köy büyüklerinin hesabında bu tarih ocak ayının 21’ine denk gelirdi. Aklımda böyle yer etmiş. Kışyarı oyunu için daha çok geçerli olan tarih büyüklerimizin Ay hesabına göre yaptıklarıydı. Gerçi Kışyarı oyunu illa ki ocak ayının on beşinde veya yirmi birinde yapılacak diye bir şey de yoktu. Oyunun bir, birkaç gün önce veya sonrasında sergilenmesinde bir sakınca yoktu. Önemli olan geleneğin devam etmesi, oyuncuların da seyircilerin eğlenmesiydi.
Oyunu genç veya orta yaşlı erkekler, iki -üç kişilik ekip halinde hazırlardı. Oyunun en önemli kuralı ise tanınmayacak komik ya da hayret uyandıracak denli bir kılığa girmek şeklindeydi. Komik veya heybetli kılık-kıyafet; palyaço, dilenci, yaşlı derviş, cazgır kadın, vahşi hayvan vb. gibi biçimlere girilerek sağlanmış olurdu. Göbek yapmak, şalvar giymek, yapma sakal ve bıyık takmak, lenger leğeni şapka olarak kullanmak, hayvan postuna bürünmek, elde asa taşımak gibi aksesuarlar Kışyarı oyuncusu için önemli kamuflaj malzemelerindendi.
Oyunun puf noktalarından biri de akşamın karanlığında oynanmasıydı. Kışyarıcılar hava karardıktan sonra kapıyı özellikle bir panik havasında çalıp eve girerler. Ki elektriğin olmadığı zamanlarda evde gaz lambası yansa da içeride her bir şeyi net olarak seçmek mümkün değildi ki oyuncuların kim olduğunu anlamak zorlaşmış olurdu. Oyun ekibi ev halkının karşısında çeşitli şaklabanlıklar, yarenlikler yapar, göbek atıp oynar. Bu bir oyun da olsa biz çocuklar onların ilginç yabani görünümlerinden dolayı korkuya da kapılırdık. Üzerinde anlaşılmış olan bu gelenek için ev sahibinin de görevini yapması gerekir. Oyuncuların torbalarına ya da kaplarına bulgur, buğday, tereyağı; artık gönlünden ne geçiyorsa vermek durumundadır. Sözlü oyunların kalıplaşmış tekerlemeleri de vardır. Oyuncular şaklabanlık sırasında bazılarını kullanırlar. Zaten aynı sözlerin kuşaktan kuşağa ezberlenerek aktarılmasıyla ortada bir sözlü kültür geleneği vardır. Oyun sergilenir, sıra karşılığında bir şeyler almaya gelindiğinde de mesela bir tekerleme okunur: “Hayadan huyadan/Yılan aktı kayadan/Verenin bir oğlu olmuş/Vermeyenin kel kızı/Onu da Allah elinden almış “(Süleyman Özerol’dan alıntı) Kışyarı payı alındıktan sonra oyun ekibinin evden çıkışı da neşeli ve oyunculdur.
Tabi değişik kılıklı oyuncular herkesten gizli hazırlandığı için kimse onları tanıyamaz. Oyunun oynandığı herhangi bir evden biri de olabilir. Onların tanınmaması izleyiciler açısından ayrı bir heyecandır. Kapı kapı dolaşılarak aynı gösteri yapılır. Elde edilen erzakların bir kısmı köy bakkalında lokum, fıstık gibi yiyeceklerle takas edilir. İstenirse kendilerine bir kısmı ile bol yağlı bir bulgur pilavı ziyafeti çekilir.
Kışyarı bu kadarla kalmazdı da. Birkaç gün değişik ekipler eşliğinde devam eden etkinliklere çocuklar da bir kıyıdan dahil olurdu. Bende bu etkinliğe zaman zaman katılmıştım.Şöyle derdik: “Hadin kışyarı toplamaya gidelim”... Bunun için öncelikle annemizden bize bir dolak-tülbent vermesini isterdik. Çocuktuk ama gelenek üzerine Kışyarıya çıkacak kız çocukları başlarına dolak atar, önlerine de önlük bağlardı. Kostüm değişikliğimiz bu kadardı. Çocuk olduğumuz için biraz çekinir, öncelikle nazımızın geçtiği evlerin kapısını çalardık. Onların çocukları da elbet bizlerin kapısını. Oyunumuzu kabullenip hoşgörü gösterenler tek veya iki avuçları arasına aldıkları bulguru önlüğümüze boşaltırlardı. Sonra topladıklarımızı bakkala satar, karşılığında şeker, birkaç bisküvi sakız gibi şimdiye göre basit ama o zaman için önemli olan şeyler almış olurduk.
Uzun süren karakışın hayatımıza kattığı en önemli renklerden biri işte bu Kışyarı oyunuydu. “Kışyarı gelse ne güzel olur” dediysek eğer, bir-iki metre boyundaki kardan dolayı kapandığımız evlerin içine bir nebze hareket gelmesini istediğimizdendi. Kış derken bir de aklıma nereden, nasıl ezberlediğimi bilmediğim aşağıdaki tekerleme gelir:
“Kim geldi/Kar boran geldi/Nasıl geldi/Vuu vuu dedi, kaç dedi/Ne zaman gidecek/Zamanı gelince /Uyu yavrum, kış geçecek/Çok geçecek kış geçecek”
KÖYDE KALAN GELENEKLERİMİZDEN ‘KIŞYARI’
Paylaş