Dilimiz bir yanıyla kimliğimizin bir parçasıdır. Yaban elde, gurbette bizi önce dilimiz ele verir. “Nereliyiz”’in ipuçları dilimizden dökülen sözcüklerde gizlidir. Büyük şehirler yani metropoller yöremizden, kültürümüzden kopuk toplaştığımız yerlerdir. İlk adımda kendi sosyal kimliğimizle metropollerde tutunmaya çalışırız. Aynı amaçla bizimki gibi farklı yöre, farklı köylerden gelip didinen milyonlarca insanın arasında kaynaşıp dururuz. Bu aynı zamanda bir etkileşme olduğu gibi karşılıklı olarak törpülenmeyi de beraberinde getirir.
Zamanla şehre ayak bastığımız ilk kimliğimizden sıyrılıp şehirde oluşmaya başlayan ortalama kimliğe bürünmeye başlarız. Bunda örgün ve yaygın eğitimin önemli rolü kadar sosyal hayat içinde birlikte olmak zorunda olduğumuz işyerleri, hastaneler, kültürel etkinlik alanları, dinlence yerlerinin de etkisi bulunmaktadır. Süreç yazılı dilin veya İstanbul Türkçesi denilen formatın bünyesine doğru evirilmeye başlar.
Ankara, İzmir, İstanbul, Bursa, Adana… ya da başka şehirler. Aslında bakılırsa şehirlerimiz başka kentlerden; kentlerin ilçe ve köylerin kopup gelmiş olanlardan müteşekkil koca bir köyden ibarettir. Yukarıda bahsedilen kaynaşma çok da dinamik bir kaynaşma değildir. Dilimizin kimliğimizi, yani parçası olduğumuz yöreyi ele vermesi bu yüzdendir. Bunun iyi ya da olumsuz yanlarını tartışmak gerekir mi, bu ayrı bir sorundur. Burada parmak basmak istediğimiz nokta yöremizden kalkıp bir kente ya da kentlere geldiğimizde dilimizden geriye neleri bıraktığımızdır. Başka bir deyişle köylerde ve kasabalarda dilimizin bünyesinde zorunlu olarak bulunan hangi sözcükler artık ihtiyacımız yani iletişim aracımız olmaktan çıkmıştır onu anlamak isteyişimizdir.
Öyle ya kullanılmayan sözcükler zamanla, kuşaklar boyu unutulur, söner. Tıpkı tedavülden kaldırılan paraya gibidir. Toprak ya da hayvancılık kültüründen kalkıp sanayi ve endüstri ya da plaza, AVM kültürünün içinde yaşamaya başladığınızda önceden kullandığınız kimi sözlere ihtiyacınız olmayacaktır. Hani “dil canlı bir varlıktır” dedikleri şey tam da budur. Gelişen, değişen bir bünye gibidir. Bünyesine uygun olmayanları dışta bırakır. Yeni biçimlenen bünyeye ilişkin gerekli olanları kapsamına alır.
Sözü buraya kadar yöremiz Arguvan’da bıraktığımız, dil haznemizin parçaları olan bazı sözcüklere getirmek istiyorum. Kimi zaman gülümseyerek andığımız,
kimi zaman yeni kuşaklarımızın soran gözleri karşısında açıklama yapma gereği duyduğumuz o sözlerden ilk aklıma gelenlerin küçük bir listesi şöyledir:
Unevi: Hamur tahtası ya da taplamanın altına serilen bez.
Garez: İftira
Gatıgayt: Yeri geldiğinde anlamında kullanılır.
Malamat olma: Panik yapma.
Pahıl: Kötü niyetli kimse.
Gişi: Koca.
Şanışirin: Geniş ve üstü örtülü balkon.
Zibil: Çöp
Pirpirim: Semizotu
Göbelek: Mantar
Süzek: Süt ya da ayran süzülen bez süzgeç.
İbicek atma: Kura çekme
Pıtpıtı: Değirmende dövülerek gelen bulgurun en dış atık kepeği.
Pağaç: Değirmende pişirilen kalınca ekmek.
Ellik: Diken batmaması, sap sıyırmaması için parmaklara geçirilen el yapımı özel bir aparat.
Kolcuk: Dirseğe kadar bir uzunluğu olan ve alttaki giysi kolunun kirlenmesini önleyen bir kol giysisi.
İzar: Uzun bir dikdörtgen şeklindeki beyaz tülbent.
Guşgana: Yarım silindir biçimli, kazan ile küçük tencere arasında bir boyuttaki mutfak eşyası.
Köcek: Portatif kilit.
Şişek: Bir, bir buçuk yaşındaki koyun.
Hon dermek: Ekin biçmek.
Bıcaklık: Kışlık un, bulgur, tarhana, turşu, arpa, buğday vb. maddelerin muhafaza edildiği büyük kiler.
Aşlık: Kışlık erzak.
Cılga: Kestirme yol, patika.
Var mı başka? Çok, hem de çok vardır. Kültürün yoğunluk derecesine işaret eder. Sözcüklerin kimisi artık ihtiyaç olmadığından dolayı geride kalmıştır. Kimi de yaşamaya devam ediyor ve kimliğimizi, kökenimize ayna tutmayı sürdürüyor.