Malatya, 16 Eylül 2011…
Erken kalktım, Emeksiz’de kahvaltı yapıp geldim. İbrahim’in dükkânında babamın gelmesini bekledim. Babam geldi, köy garajına gittik. Bahadır Avcı’nın arabası (minibüs) ile yola çıktık. Yolda Seyithan Karakuş ile sohbet ettik epey bir zaman. Çeşitli konularda sorularım oldu, yanıtladı.
Hüseyin Efendi, 1926 yılında Mezirme’de öğretmenliğe başlar, 1931 yılında askere gider. Dönüşte Erzurum’a verilir.
Yeni yazıya geçildiğinde Deli Cafar okula gelir, tahtaya yazılmış olan yazılara bakar, kendi kendine söylenir: “Desene dünyaya Fransızlar hâkim oluyor!”
Karadirek… Jandarma Yüzbaşısı İbrahim Erton emir vermiş denirdi. Karadirek parçalanmış, Pabucu da saklamışlar.
“Serencamı Adıgüzel… Adıgüzel babamın adı… Babam seferberlikte Rusya’ya esir düşmüş. Nasıl esir düştüğünü, dekovillerle Sibirya’ya götürülüşlerini, orada karşılaştığı olayları, gözlemlerini, mübadele ile dönüşünü ve köyde karşılaştığı olayları günlük tutarak yazmış. “Serencamı Adıgüzel” adını verdiği eski yazı notlar Türkçeye çevrildi. Hâkim Ali Özçelik’te…”
Seyithan Karakuş’un torunu İlkim Karakuş anılarını yazdı ve gönderdi.
Seyithan Karakuş: 1926 (Aslı 1924), Emekli Memur, Arguvan Armutlu Köyü (Kuşu/17 Eylül 2016 vefat etmiş).
“Gıcı Dede” ve “Bebek” Babaanne
İlkim KARAKUŞ
Babaannemi kaybettikten 6 ay sonra dedemi de kaybetmişiz. Çocukluğumu babaannem ya da dedemsiz düşünemiyorum, sanki çocukluğumun bir kısmı yok olmuş gibi geliyor şimdi. Hikâyelerini anlatmak yokluklarıyla başa çıkmama yardımcı oluyor; vardılar çünkü.
Babaannem, “bebek hala”. Adı Rukiye ama çoğu insan bilmez adını. Kendisinden birkaç çocuk önce doğup ölen ablasının adıymış Rukiye. Sonra babaanneme onun nüfus cüzdanını vermişler, ama öyle güzelmiş ki, kimsenin içinden gelmemiş ona Rukiye demek. Adı bebek kalmış. Hakikaten de tam bir bebekti. Şımarmanın, zıtlaşmanın, prensesliğin bu kadar yakıştığı başka bir insan tanımadım. Bazen bir şeyler tam olarak istediğim gibi olmadığında huzursuz olduğum zaman “aha bunlar hep babaannem” diyip gülüyorum. Birileri ne zaman “yav he he” dese, benim aklıma babaannem geliyor. Zamanı geri döndürüp izletseniz de bildiğinin aksine ikna edemezdiniz, dışından “he gurban he” derdi ama anlardınız aslında o çelik gibi iradeyi gıdım kıramamışsınız, fikrini zerre değiştirememişsiniz. Babaannem kalçasını kırıp ameliyat olduğunda yanında kaldım bir gün, uyursam bir şeye ihtiyacı olur da uyanırsa beni uyandırmaya kıyamaz diye, hiç uyumadım. Babaannem (kelimenin tam anlamıyla) horul horul uyudu. Sabah uyanınca sordum, “babaanne iyi uyudun mu?”, “yook gurban”, dedi, “gözümü gırpmadım”. Ne yapsam aksine ikna edemezdim, gene de “sanki arada uyudun babaanne?” dedim. “yok”, dedi, “gözümü dinlendirdim”. Bana yıllarca bakan, üzerimde emeği olan bu güzel kadın, ona bakmak için hastanede kaldığım o BİR gün için o kadar çok minnet duydu ki, ona kendisini o 1 gün için teşekkür ettirecek kadar değersiz hissettiren dünyadan bir kere daha nefret ettim.
Yürümekten hep nefret etmiş bir insan olarak sanırım en çok babaannemle yürüdüm. Şimdi bambaşka bir ülkede yürümeyi sevmişken ve her gün yürürken benim “babanneeğğğ arabaya bineliiğğm” zırlamalarıma “kölkeden kölkeden yavvaaş yavvaaş yürürüz” deyişini hatırlayıp gülüyorum ve yolun gölge tarafına geçiyorum, babaannemi çok özlüyorum.
Dedem ise bambaşka bir hikâye…
“Hacı Seyit” yazılıp, “Hasseyt” okunuyor. Beni severken, “Gıcı Gıcı” dediği için, benim için “Gıcı Dede”…
Dedem benim için kendine değer vermenin, yaşam isteğinin tanımıydı. Benmerkezci idi ama yardım etmeyi de severdi. Daha doğrusu aracı olmayı… Dedemde telefon numarası olup da “bilmem kim bilmem kim var, bilmem ne bilmem ne lazım, bi hallediver” diye bir konuşma yapmamış olan pek fazla insan olduğunu hiç sanmıyorum. Talep ettiği yardım gelmediğinde de kişisel algılardı, sanki ayıp kendisine edilmiş gibi. Bazen bu benmerkezciliği yorsa da, bana sevimli geliyordu. Meyvenin güzel olanını kapmaca, çikolataları dedeyle paylaşırken zamanla yarışmacaya bozulmamayı öğrenmiştim -muhtemelen herkesten çok benim güzel meyveyi almama ve çikolataların çoğunu yememe izin verdiği için. Yirmi sekiz yıldır aldığım çok az hediye dedemin çok sevdiği bahçesindeki çok sevdiği ağaçlarının dallarına ipler, borular, demirler bağlayarak benim için yaptığı oyun parkı kadar özeldi.
Çok eski zamanları en küçük detaylarına kadar hatırlamayı, kesme/biçme/dikme merakımı da dedeme borçluyum. Bodrumdaki atölyesini karıştırmama, dağıtmama, duvarları boyamama, yakmalık odunlara rastgele çivi çakarak ona bir ton iş çıkarmama hiç laf etmediği için minnettarım. Bir şey yaparken, yazarken, düşünürken tıkandığımda, “du bakiym” deyip gözlüğümü taktığımda, “dur görem” deyip gözlüğünü takan dedeme benzetiyorum kendimi. Anlattığı “Ezgi İle Büzgü” masallarını, anılarını, şiirlerini, hikâyelerini bir yerlere yazmadığım için çok üzgünüm.
Bu fotoğrafı çektikten hemen sonra babaannem öksürmeye başlamıştı, dedem de “bana alerjisi var” diyip bozulmuştu. Baban nem de “hay dramana” manasında temiz bir “öf” çekmişti. Ben o kadar çok gülmüştüm ki, onlar da gülmeye başlamıştı. Üçümüzün en sevdiğim anlarından biriydi o. tanımış ve beraber yaşamış olmaya sevinmek şu an çok zor. Gene de bu iki karakterin hayatının bir parçası olduğum, şehirde doğup büyüyen bir çocuk olarak bana toprağa değme, salatalık ekme, ağaca tırmanma (ya çalışma), sokakta oynama, civciv büyütme şansı tanıdıkları için şanslı hissediyorum.
Gıcı’yı da, Bebek’i de çok özlüyorum…
İnce Düşünceler, 8 Ekim 2016